28 Eylül 2011 Çarşamba

SHAGGY ÖLMÜŞ



"Shaggy’i duymayanımız yoktur. Jamaikalı kara kuru bir oğlan…Biraz daha iyi tanıyanlar “boombastic” ve “sexy lady” sini de bilir. Ama daha çok ansızın ölümleriyle biliriz onu. Olmadık yerde bir forumda, bir sosyal paylaşım ağında karşımıza çıkıverir “shaggy ölmüş” diye. Öyle ki bi yerden sonra Shaggy’ nin ölümü, iletişim sorunu yaşanan arkadaş ortamlarında “e havalar da soğudu artık” demek gibi bir şey haline geldi. Münir Özkul'un ölmesi gibi bir şeydi, çocukluğumuzda Shaggy'nin ölmesi. Peki kim bu Shaggy? Ben de çocukluğumdan bu yana düzenli bir şekilde yılda iki kez ölümü dışında bir şey bildiğimi söyleyemeyeceğim. Zaten pek fazla kimsenin de, mütemadiyen ölümlerinin dışında hakkında fazla bir şey bildiğini sanmıyorum. Bu düzenli ölme alışkanlığı ne zaman başladı, neden sürekli ölüyor ya da öldürüyoruz bilmiyorum. Bir bilene danışayım dediğimde daha sormaya bile fırsat vermeden ruhunu çekip alıyorlar Shaggy’nin bedeninden. 


- Abi Shaggy’i bilir misin?
- O adam ölmedi mi yaa…


Evet öldü, hem de defalarca… Mesela Shaggy ilk kez öldüğünde Gaziantep’ te esmer, çirkin bir çocuktum. Power Rangers’ı Tsubasa'yı falan izlerdim. Haliyle bende o kuşağın tüm çocukları gibi yeşil ranger Tomy olurdum. Ara sıra da Kaptan Hyuga gibi tişörtümün(t-shirt değil) kollarını yukarı katladığım olurdu. Tıpkı 2-B sınıfının geri kalan tüm erkekleri gibi… 


 Okuldan geldiğimde, sırtımda çanta boynumdan mataramı bile çıkarmadan dış kapının açılması ile birlikte direk salona T.V karşısına giderdim. Power Rangers çoktan başlamış olurdu. Çantamı hemen yanıma çıkarır, beslenme çantamın dibinde kalan son dilim salçalı ekmeği oracıkta t.v nin karşısında, gözlerimi kocaman açarak yerdim ve her seferinde pavır rencırz ın bitimine bir kaç dakika kala annemin kucağında ağlayarak ve tepinerek banyoyu boylardım. 


-Ama anneeeğğğğ yaa rencırzlar birleşcekdi tam..ühüüühü
- Ay şimdi gebertcem seni ! Daha elini yüzünü bile yıkamamış. Sen dur baban gelsin görüşürüz.


Ben banyoda annemin kucağında tepinirken power rencırz bitişindeki jenerik müziği, ağlarken çıkardığım sese karışırdı. (elektro solo)


Babam eve geldiğinde o yorgunlukla çoktan uyuya kalmış olurdum. Power rencırz biraz daha uzun sürmüş olsa hani, babam eve geldiğinde ayakta olabilirdim belki ama power rencırz da yoksa, gezegendeki hiçbir şey beni o yorgunlukta ayakta tutamazdı ve babam, her seferinde cebinde kocaman bir gofretle gelirdi. Zil sesine uyanırdım. Kanepede uyandığımda, başım kocaman, yaşlı ve tonton bir bacağın üzerinde olurdu. Annemden çok daha yaşlı bir bacak.. Yeşil, çiçekli bir entarinin üzerinde…Geride bırakılmış en az 70 sene kadar naftalin kokan, yeşil ve çiçekli entarili bir bacak.. Uzun yıllar uyanır uyanmaz gördüğüm ilk şey oldu bu yeşil entari. Uyanır uyanmaz duyduğum tek koku, o ağır naftalin kokusu oldu ve uyanır uyanmaz duyduğum ilk ses onun sesiydi. Komşumuz Yüksel teyze…Yanlız yaşayan, yetmişe merdiven dayamış, o yeşil entarili tonton bacağın sahibiydi. Zil sesine uyanır uyanmaz Yüksel teyzenin anneme seslenişini duyardım :


-Kızım ben artık kalkayım müsadenle. 
Annemde her seferinde; “az daha kalsaydın yüksel teyze” derdi. 


Babam, Yüksel Teyzenin terliklerinden evde olduğunu anlardı ve sanırım tam da bunun için zile basardı. Yoksa babamın anatarı olduğunu bilirdim. Ceketinin iç cebinde, kocaman çikolatalı gofretin hemen yanında olurdu her zaman. Ama babam yine de zile basardı Yüksel Teyzeye hürmeten ve Yüksel Teyzede zili her her duyduğunda babamın geldiğini anlar, ona hürmeten anneme dönüp; “kızım ben artık kalkayım müsadenle” diyerek kalkardı. 


 Yüksel Teyze her seferinde tam kapıdan çıkarken, kocaman dudaklarıyla yanağımın yarısını ıslatarak öper, göz ucuyla babama bakarak, “gofret baba gelmiş” derdi ve gülümserdi. Böylece babamın zamansız(!) gelişinden ve -halbuki işten hergün aynı saatde gelirdi- Yüksel Teyzenin kalkmak zorunda oluşuna sebebiyet verdiği için hissettiği mahcubiyeti kocaman bir gülümsemeye çevirmesini bilirdi. Bizim dış kapıda, tüm hayatım boyunca gördüğüm bu en içten seramoni bir kez daha tekrarlanırken, Shaggy de muhtemelen bir yerlerde tekrar ölmekle meşguldü. 


Yüksel Teyze ağır ağır apartmandan yukarı çıkarken, ben şimdi ki jenersyonun asla anlamayacağı bir şey yapardım. Apartmanın ışığını beklemek… Beklerdim ki, eğer Yüksel Teyze merdivendeyken ışık sönerse tekrar yakayım, karanlıkta kalmasın. 


- Yüksel teyze… 
… 
- Yüksel Teyzeeee çıktın mı? 



Aradan yıllar geçti. Büyüdüm. hatta (Yüksel teyze tabiri ile)ortamektebe bile geçtim. Pavır rencırz yayından kalktı, Tsubasa artık çok da umrumda değildi. Fakat Yüksel Teyze bize gelmeye, ben naftalin kokusuyla uyanmaya, Shaggy de ölmeye devam etti. Babam zamanla gofret getirmeyi bıraktı. Apartmanımıza fotoselli lambalar takıldı, ben şehir dışında bir fen lisesine yerleştim. Fakat ne Yüksel teyze bize gelmeyi, ne de Shaggy ölmeyi bıraktı. Hatta yanlış hatırlamıyosam Shaggy o yıl üç kere ölmüştü. 


Lise 2. sınıfa gidiyordum. Şehir dışına gidişimde en az annem kadar ağlayan bu kadının kokusuda haliyle anne kokusu gibi bir şeydi. Sanırım o yüzden, tatillerde memlekete döndüğümde, kazık kadar adam Yüksel Teyzenin dizinde yatmaya devam ettim.. Naftalin kokusu Yüksel Teyzenin yeşil entarili, yaşlı ve artık eskisi kadar tonton olmayan dizinde, yıllar önce nasılsa aynen öyle duruyordu ve birgün ben, yine hafta sonu tatili için memleketteyken Yüksel Teyze öldü. Babam sağlık görevlileri ile birlikte, Yüksel Teyzenin naaşını merdivenlerden indiriyordu. Babamın “içeri geç” demesine aldırmadan bir elim merdiven ışığında Yüksel Teyzeyi bekliyordum. Eğer yüksel teyze merdivendeyken ışık sönerse, yakacaktım. Karanlıkta kalmasın… 


Önümden geçerlerken, sedyenin üzerindeki cenaze torbasından tanıdık, mayhoş bir koku yayılıyordu. Nerede olsam tanırdım bu kokuyu. Yüksel Teyzenin yeşil entarisinin naftalin kokusuydu bu. Kendimden geçtim, zamanın ötesinde bir yerdeydim artık. Aklımın içinde tek bir görüntü vardı. Başımı gömdüğüm çiçekli, yeşil entarinin görüntüsü… Tıpkı çocukluğumda ki gibi… Bir şeye çok yakından bakarsanız biraz bulanık görünür ya, işte aynen öyle. Sanki başımı yine Yüksel teyzenin dizine koymuşum, yeşil entarisinin çiçekleri bir iki santim ötede yine bulanık görünüyor… 


Annemin omuzuma dokunuşuyla irkildim. İçeri geçmemi ister gibi dokundu. Nasıl yapıyorlar bilmiyorum ama anneler bir şey demek istediklerinde, demek istedikleri şey gibi dokunmasını biliyorlar. Oysa ben annemin, yine Yüksel Teyzeye ; “az daha kalsaydın ” demesini isterdim. Keşke bunun içinde büyülü bir dokunuşu olsaydı. Malesef yoktu. 


İçeri geçerken, elim apartmanın ışığını yakan anahtardan yavaş yavaş aşağı doğru kaydı. Duvarın pürüzlü yüzeyine dokunurken bir şey farkettim. Apartmanımızda yaklaşık 5 yıldır fotoselli lambalar vardı ve ben tamamen bir refleks olarak elim anahtarda bekliyordum. Sanki ruhumun derinliklerinde bir yerde bir şey, yine Yüksel Teyze’nin merdivenlerdeyken ışığın sönmesinden ve Yüksel Teyzenin karanlıkta kalmasından korkmuş ve bana bunu yaptırmıştı. Zaman içinde 5 yıllık bir senkron kayması yaşıyordum. Evet, Yüksel Teyze ölmüştü ve her zaman ki gibi giderken yanaklarımın yarısı yine ıslaktı. Ha bu arada, hazır ölümden bahsetmişken tahmin ettiğiniz gibi Shaggy o sene de öldü. 


O günden sonra Shaggy ölümleri artarak devam etti. Senede iki kez, hatta bazı senelerde üç kez öldü Shaggy. Daha da az umursar oldum Shaggy ölümlerini. Fakat Yüksel Teyzenin ölümü gayet netti. O yeşil entarisinin naftalin kokusuyla, yine yanaklarımın yarısını ıslatarak yanlızca bir defa geçti önümden.


 Bugün merdivenleri çıkarken elimi anahtara koyup öylece durdum. Bir süre hareketsiz bekledim. Işık söndü. Yeşil ranger tomy oldum, 2-B sınıfının tüm erkeklerinin ismini saymaya çalıştım. Ancak 7 tanesini hatırlayabildim. Yüksel teyzeyi andım. Çok uzun bir zaman sonra, bir apartmanda, lambayı anahtara basarak yakmaya çalıştım. Fotosel beni farketti. Başaramadım. Kapıdan beyaz bir  modifiye şahin geçti. Boombastic çalıyordu.

                                                                                                                                    *SatürnSakini

12 Temmuz 2011 Salı

DAHA SONRA...


Dağınık bit yatak...Dağınık mı? Aslında belkide hayatımdaki en derli toplu şey. Tam pencerenin kenarında, başucunda özensizce bırakılmış bir kaç a4 kağıdının yanında öylece duruyor. Kafamın içindeki bir sürü düşünce gibi...Hemen üzerinde öylece atılmış bir kaç kitap... Ama yatağımın böyle olmasını daha çok seviyorum. Perdeyi biraz aralayınca ay ışığı tam yastığımın üzerine düşüyor bulutsuz gecelerde. Ve öyle de yapıyorum, perdeyi aralıyorum, ay ışığı tam yastığımın üzerine düşüyor. Yatağa girmek üzere tam bir hamle yapacakken bir an duraksıyorum. Valery' nin dediği gibi; "her şey bir an duraksamayla başlıyor"

Bir çocuk parkındayım. Çocuklar uyku saatlerini yetişkinlere devredeli epey bir zaman olmuş. Sokak lambalarından süzülen zayıf bir ışık sallanıyor salıncaklarda. Kaydıraktan kayıyor, tahteravalliye biniyorlar. Beni görünce kaçışıp, lambalarına dönüyor hepsi. Kaydırakla tahteravalli muzipçe fısıldaşıyor, salıncaklar birbirine bakıp gülümsüyorlar. Salıncağa binmek için biraz yaşlıyım sanırım. Niye burdayım, neden bunları düşünüyorum bilmiyorum. Sanırım sorgulamak için çok yaşlıyım.

Bir banka oturuyorum. Soğuk...Usulca açıyorum çantamı. Yıpranmış eskiz defterimi çıkarıyorum. Daha kapağına dokunur dokunmaz, sanki o anı bekliyormuş gibi fırlıyor çizdiğim tüm kahramanlar. Kırmızı konversli kız kaydırağa koşuyor, İsmail salıncaklara...Hektor yine yanlız başına kumda oynuyor. Bir süre izliyorum onları. Öylece oynuyorlar. Biraz sonra kırmızı konversli kız yanıma geliyor "bana pamuk şeker al" diyor. Güneş doğmak üzere. "Daha sonra" diyorum. Daha sonra...Bir şeyleri ertelemenin sancısı düğümleniyor boğazıma. Öylece boş bir sayfa açıyorum

"Hadi gidiyoruz"

Herkes sayfasına dönüyor.

*SatürnSakini

2 Temmuz 2011 Cumartesi

KURBAĞALAR

Merhaba...Çozk fazla konuşmayı beceremese bile illa ki anlatacak bir şeyleri oluyor insanın. Yazarak çizerek ya da kurgulayarak...Ve sanırım benimde söyleyeceğim bir şeyler var. Üstelik " zaten uzun zaman önce insanlar beni anlamaya çalışmaktan vazgeçtiler. Çok şey yitirdiklerini söylemek malesef zor." olsa bile.

Anlatmaya nereden başlasam bilemedim. Belki de anlatmak için başa, taa en başa gitmek gerekir. Çocukluğa..

  Aslında insanlarla iletişim sorunu yaşayan biri olduğumdan çocukken de pek arkadaşım yoktu. Hatta hiç arkadaşım yoktu. Tek oyun arkadaşım benden üç yaş büyük olan ağabeyimdi. Çocukluk dimağının sonsuza uzandığı o yıllarda, hayal gücünün sınır çizgilerine  basmadan yürüken, etrafımda duyduğum tek sesti o. Fakat insanın ruhuna dokunan  güzel bir melodi olduğunu söylemek zor. Daha çok bir kapı gıcırtısı gibiydi. Yani ilk çocuk olmanın getirdiği aşırı ilgi ve sevginin yerini zamanla yeni gelen kardeşe aktarılmasından gelen kıskançlığa pedagojik bir isim veremeyeceğim.Sanırım pabucun dama atılması hepimiz için daha anlaşılır olur.


  Mesela babamın yeni aldığı polis arabasını hatırlıyorum. Dört yaşında falandım galiba. Bu pilli, ışıklı olanlardan. Siren sesi bile vardı. Sanırım tüm çocukluğum boyunca en sevdiğim oyuncak oydu. Fakat tüm güzel oyuncaklar gibi ağabeyim tarafından saklandığından, sadece onun istediği zamanlarda oynayabiliyorduk, sakladığı yeri bilsem bile...O yüzden yeni polis arabasıyla oynayabilmek için gece yarısını onun uyumasını beklerdim. Evde herkes uyuyuna gider, o büyülü oyuncağı saklandığı yerden çıkarır, halının üzerinde saatlerce oynardım ve hep uyuyakalırdım oracıkta. Ve hep aynı rüya... Okyanusta bir korsan gemisinin kaptanıyım. Çok şiddetli bir fırtına var. Gemi dalgaların içinde bir o yana, bir diğer yana yatıyor. Çok kötü sarsılıyoruz ve birden bir şeye çarpıyor gemi. Duruyoruz. Annemin yanağıma kondurduğu ıslak bir iyi geceler öpücüğü ile uyanıyorum. Uykulu gözler, şapşal bir gülümseme... Anlıyorum ki tüm o sarsıntılı yolculuk, annemin kollarında halıdan, yatağa kadar taşınmamdan ibaretmiş. Sonra bir "çıt" sesi. Bir kalem ucunun kırılması gibi değil bu, kaldırımda üzerine bastığınız fıstık kabuğu gibi değil...Bu dünyada ki hiçbir çıt'a benzemiyor. Nerede olsa tanırım bu çıt'ı..Bu, polis arabasının saklandığı ahşap dolabın kapısının sesi. Bu, annemin polis arabasını tekrar yerine kaldırışının sesi. Bu, sabah ağabeyimin polis arabası ile oynadığımı farkedemeyeceği gerçeğinin, bu ağabeyimin polis arabasın başka bir yere saklamayacağının ve benim gece oyunlarımın bir süre daha süreceğini gösteren dünyanın en güzel "çıt" sesi. İşte ağabeyim dünyada hiçbir "çıt" sesinden bu kadar keyif almamıştır ve eminim annemin yanağımın yarısını ıslatan o öpücüğünden asla o kadar mutluluk duymamıştır. Üstelik annemin ağabeyimle aramdaki bu polis arabası mevzusunu bildiğini hiç sanmıyorum. Tamamen annelik iç güdüsü ile çıkarıyordu o çıt sesini her gece. ve zaten tam da böyle iç güdülere sahip oldukları için anne diyoruz onlara.

  İşte bu yüzden ağabeyimin oyunları  o kadar güzel olmazdı. Hırçın ve asabi çocuklarla oynanan tüm oyunlar gibi...Mesela ben gündüzleri genelde ya gardrobun içinde, ya da mutfak masasının altında çouklar için olan resimli öykülere bakardım. O benim oynamama izin vermez, oyuncaklarla tek başına oynardı, taa ki sıkılana kadar. Yine ben bir gün gardrobun içinde babamın el feneri ile öykü okurken (bakarken), dolabın kapısı açıldı...


- Şşşşt.. araba oynuyalım mı ?
-Olur
-Şimdi sen polissin taam mı? beni kovalican.
-ehhehehe taam.


Tabi ki "taam." Çünkü polis olmak demek, polis arabası demekti. Ama şöyle de bir gerçek vardı. Ağabey olmak her zaman üstün tarafta olmaktır. Doğanın kanunun gereği bu. Yani sanırım  büyük balık, küçük balığın tam olarak ağabeyi oluyor.


-Ama abi ben polisim. Polis arabası bende olması lazım.
-Yürü git lan. Ben hırsızım. Çaldım işte ne var? Çaldım. Polis arabasını bile çalarım ki...

İşte malesef ağabeyimin böyle bir oyun anlayışın vardı. Her zaman gangster olmayı tercih ederdi. Çünkü kanunsuz olmanın getirdiği avantajı, ağabey olmanın otoritesiyle birleştirince o oyunun istediği gibi şekilleneceğini bilirdi ve ben o oyunlardan sirenli polis arabası kadar bile keyif almazdım. Kaçarken, kovalamak için kullandığım annemin terliğinden hayal gücü yardımıyla üretilmiş kamyonetimi havaya uçurur, devletin mandal şeklinde ödediği üç kuruşluk maaşımı çalar, hapise atsam hapisten kaçar...İşte öylesine zoraki oyunlardan bahsediyorum. Ama hayat kendisine zaten fazlaca ironik davrandığından ona kızamıyorum. Sanırım bu durumu, "çoukluk işte" diye nitelememin yanında, bünyesinin biber gazı ve molotofa bağışıklık kazanacak kadar uzun bir süredir doğu illerimizden birinde Çevik Kuvvet şube müdürlüğüne bağlı bir polis memuru olarak görev yapmasıyla da iligisi var biraz. Ara sıra bir araya geldiğimizde her gün, içerisinde bulunduğu kavga, gürültüden şikayet eder ve ben her seferinde "çalmış adam işte ne var, polis arabasını bile çalar ki..." diyorum. Bir an duraksayıp göz göze geliyoruz. Çocukluk yıllarımızdan kalma bir gülümseme, zamanın ötesinden gelip yüzümüze yerleşiyor.


  İşte tamda böyle evin içerisinde başlıyor kurbağa prensin hikayesi. Böyle bir çocukluk arkadaşının sihirli bir dokunuşuyla kurbağaya dönüştürdüğü bi çocuk olarak büyüdüm. Nasıl bir bilinçaltının ürünü bilmeyeceğim ama televizyonun karşısında elimde kocaman bir elmayla "Team A" yi izlediğimi hatılıyorum. Ağabeyim birden gelip yanıma oturdu. Kumandayı elimden alıp kanalı değiştirdi. Ekranda "Tom&Jery" vardı  artık. Ağabeyime dönüp baktm. Oysa istifini hiç bozmadı, ekrana bakıyordu. 

-Abi ben nasıl olmuşum?
-Sen daha küçüktün, kurbağalar getirdi seni. kapıya bıraktılar zile basıp kaçtılar.
-Yaaa yook..eeeeeğğğğ (Burada tahmin edeceğiniz gibi ağlamaya başlıyorum)
-Valla inanmazsan git aynaya bak. bak bakim bize benziyon mu? kurbağaya benziyon sen.
 

Ağlayarak yatak odasına koştum tabi. Zaten çirkin bi çocuktum küçükken, üzerine birde ağabeyimin söylediği sözlerin şartlanmışlığı, ailede sarışın bireylerin falan olması...aynada tüm bunlarla yüzleşince sesimi daha bi bağırarak ağlamaya başladım. 

-Fatihhhhhh ağlatma şu çocuğu, ay sende bağırma öyle. Şimdi gelcem yanınıza !

Annemin tehdidiyle sesimi biraz kıstım. Ağabeyim ise tehditten beni sorumlu tutarcasına pişkin ve yüzünde pis bir sırıtmayla yanımdan geçerken televizyonun önünde bıraktığım elmayı ısırıyodu.


-Heheeehee sen kurbağaların çocuğusun olum. Zaten annemler o yüzden seni sevmiyolar, Beni seviyolar.Bak nası kızdı ama sana... Heheehee hem zaten sen biraz büyü, babanlar seni geri almaya gelcekler ki...
                                   Dinn dannn dooonnnn ( kapı çalar)

 -Hehehhehee. Aha babanlar seni almaya geldi.


İşte o günden sonra uzun bir süre her kapı çaldığında içeri kaçtım. Üzerine kurbağa prens diye bir masalın varlığını keşfedince, uzunca bir süre misafir teyzelere kendimi öptürmedim, özellikle güzel olanlara... ne' me lazım ya geri kurbağaya dönüşürsem ?


                                                  Dinn dannn doonnnnn
                                                  Dinn dannn doonnnnn

-Ohoooo bu daha yatıyo, olum kalksana lan, yarım saatir kapıyı çalıyoz duymuyon mu?
-Hııı???
-Allahtan anahtar vardı.
-Kurbağalar... ?
-Ne kurbağası lan.
-Kurbağalar gelmedi mi?
- Heee geldiler. diferansiyel sorularını getirmişler..
-Ney ?
-Diferansiyel diyorum, sınav diyorum, vize diyorum..kalksana lan.
- Kurbağalar gelmedi di mi?
- Ay hala kurbağa diyo! lan git bi yüzünü yıka, kendine gel. sınava geç kalırsak sorarım ben sana kurbağayı.
-Kurbağalar gelirse açma taam mı?
-Hay Allaahım bu çocuk cidden sıyırdı.

  
İşte böyle yıllardır kurbağaların gelip beni götürmesini bekliyorum. Aslında şu an alıp götürseler hiç fena olmaz. Sanırım onlarla daha mutlu olabilirim. Düşünsenize, sazlıkların arasında, insanlardan uzak bir bataklık... kocamaaan yeşil bir nilüfer yaprağının üzerinde, bir kurbağa gün batımında öylece güneşleniyor. Bence gayet cazip.


Neyse ilk yazı için fazlasıyla uzun. Görüşmek üzere
flosssşşşşş...(suya dalar...)

                                                                                                                               *SatürnSakini