11 Aralık 2014 Perşembe

REPLİK 1# : End of philosphy, Rise of film

The life of David Gale

-spoylırlı bişi-

--------------------------------------- spoiler ---------------------------------------

   "Fanteziler gerçek dışı olmak zorundadır. Çünkü istediğiniz şeyi elde ettiğiniz anda, artık onu istememeye başlarsınız. İsteğin devam edebilmesi için, objesinin sürekli eksik olması gerekir. İstediğiniz şey o değil; onun fantezisidir. İstek çılgınca fanteziler destekler"  *Jacques Lacan

  "Sadece gelecekteki mutluluğumuzun hayalinin kurarken gerçekten mutlu oluruz" derken Pascal'ın da anlatmak istediği buydu. Bugün geldi, bu nedenenle "ava çıkmak, öldürmekten daha zevklidir", ya da " ne dilediğine dikkat et deriz" ona sahip olacağın için değil; ona sahip olduğun zaman artık onu istemeyeceğin için.

                            --------------------------------------- spoiler ---------------------------------------

20 Kasım 2014 Perşembe

ÇEVİRİ BİLİMİ ÜZERİNE: Fransız kalmasaymışız iyiymiş.




 Eğitim sistemimizden mi yoksa Andolulular olarak genetik yatkınlığımızdan mı, bilemeyeceğim ama maalesef tarih boyunca bir dil sorunumuz olmuş. Zira ilkokul üçüncü sınıfta başlayıp, üniversite bitene kadar ingilizce öğrenen bir adamın dil hakimiyetinin, M.r and Mrs Brown'u bizlerle tanıştırmaktan öteye  geçmemesinin başka makul bir açıklaması olamaz. O yüzden tercüman, çevirmen diğer toplumlara nazaran çok daha kıymetli olmalı bizde.

  Hele de böyle derin edebi mevzulara, felsefeye, sosyolojik hareketlere kafa yoracaksanız çevirmen çok daha kıymetli bir hale geliyor. Yalnızca tercüme yaptığı dile hakimiyetinin yanında, tercüme yaptığı alanda ciddi bir alt yapısının olması şart. Zira tercüme edebilmek için anlatılanı, önce tercüme edecek kişinin anlamış olması gerekir. Anlamak ise dile hakimiyetten çok bağımsız bir konu. Yani, doğuştan öğrendiğimiz anadilde ifade edilmesi, bir Aşık Veysel türküsünü, bir Nazım Hikmet şiirini tüm incelikleriyle tek seferde anlamaya yetmiyor. Tabiri caizse bu tip konularda çevirmen, ipiyle kuyuya indiğiniz adam oluyor. Özellikle de; edebiyat, bilim ya da felsefenin kuyusuna hiç tanımadığınız bir adamın ipiyle inmeye kalkmak büyük cesaret doğrusu. Yani Jean Jacqques Rousseau'yu parayı bastırıp çocuklarını avrupada okutmayı marifet sanan bir ailenin, Paris kafelerinde berduşluk yaparak Fransızca öğrenen evlatlarından okumak tüyler ürpertici bir şey. Adam kendini, doğduğu toprağın insanından üstün görüp kaçıp gitmiş, hangi eşitliği, hangi insan hakkını anlamış da sana tercüme etmiş olabilir. Zaten o yüzden tercüme bir eserden bahsedilirken (tercümanını ima ederek)"falanca'dan okudum" diye ifade ederdi eskiler.

  Hadi dili öğrenemedik bari doğru düzgün ipiyle kuyuya inilecek adamlar yetiştirseydik diye hayıflanıyorum çoğu zaman. Es kaza yetiştirdiklerimiz de, bir yerden sonra tercüme etmek için okumaya başladıkları eserlerdeki düşüncelerin tesirinde kalarak yeni düşünürler olarak karşımıza çıkıyorlar. Çünkü tercüme etmek için anlamak gerekir ve anlaşılmak üzere insanın kafasına giren her güçlü düşünce içeride yavaş yavaş büyür. Bir yerden sonra dokunuverir dimağınızdaki ilk domino taşına. Sonra muhakeme başlar. Her muhakeme insanı ister istemez olumlu ya da olumsuz mutlaka bir sonuca götürür. Tercüman bir süre sonra, tercüme etmek üzere yola çıktıkları düşüncenin ya savunucusu, ya muhalifi olur. Maalesef muhakemeyi insana bırakmamakla en büyük yanılgıya düşerler. Bunun en güzel örneği Cemil Meriç'tir. Fransızcaya olan hakimiyetinin yanında Fransa'da ortaya çıkan toplumsal ve felsefi akımların temellerini anlayabilecek zeka ve derinliğe sahip olmasına rağmen (arık piyasada bulmanın mümkün olmadığı) bir kaç Balzac çevirisi dışında çeviri yapmamıştır. Oysa kitaplarında Fransa'da ve Avrupada meydana gelen fikir hareketleri ile ilgili bir çok analiz göze çarpar. Bunların tümüne Fransızca metinlerden okuduklarını, içinde bulunduğu toplumda gözlemledikleriyle muhakeme ederek vardığı yargılar sonucunda ulaşmıştır.

  Fakat şu an o kadar kötü çeviriler dolaşıyor ki ortalıkta, Bırakın yargıyı okura bırakan bir eser bulmayı, Cemil Meriç örneğinde olduğu gibi kaliteli olduktan sonra analiz edilmiş haline bile muhtacız.Yoksa Albert Camus gibi, Derrida gibi düşünürlerin 5 yaşında bir çocuğun algısıyla cümle kuruyor olması çok saçma geliyor insana. Sartre gibi bir çok hareketin içerisinde bulunmuş bir adamın toplumsal ve felsefi onca söylemi varken, sadece edebi metinleri "dünyaca ünlü yazardan çok satan aşk romanı" diye çevrilmişse, Kafka'nın en çok satan kitabı Mileneya Mektuplar ise ortada çok ciddi bir problem var demektir. Zaten batıyla kurmakta çok geç kaldığımız köprülerde temel mimari bir problem vardır. Köprü, hiçbir düşünce akımının, bilimsel ve felsefi gelişmenin geçebileceği kadar geniş değildir. Bu tek şerit, tek yön köprüden olsa olsa hız ve haz çağının hızla tükenen popüler kültür(süzlük) fenomenleri geçebilmektedir.

  Bu batı hayranlığı değil elbette, insan aklının ortaya koyduğu, ortak zamanın ruhunun kaçınılmaz etkileri karşısında doğru ve güçlü bir medeniyet tasavvuru oluşturabilmenin yolu. Fransa sadece bir örnek. Fakat dünyayı etkileyen bir devrimin, Fransız ihtilalinin Fransada peyda olmasının altında; İtalyan Machiavelli'yi Jean Jacqques Rousseau çevirilerinden, İngiliz Newton'u, Voltaire, Alman Le ibniz''i Montesquieu çevirilerinden okumuş olmalarının etkisi büyük.

*satürnsakini

21 Mayıs 2014 Çarşamba

HAYATI ÇEKİLİR KILANLAR-2 ; SOMA'dan MADENCİ MURAT ABİ


Tarihe not düşülsün;

    Murat Yalçın Soma'daki maden faciasından sağ kurtulan bir ağabey. Göçükten çıkarılıp ambulansa taşındığında kuruyor bu cümleyi. Daha sonra herkesin takdirini topluyor bu tavrı. Gazeteler, televizyonlar evinde ziyaret ediyor ağabeyi ve olayı soruyor. Murat abi " Temizlik imandan gelir derler, biz de Elhamdülillah Müslümanız" diyor. "Hem onlar bizim için gelmişler, bir de şimdi devlet malı yani, devlet malına zarar vermemek gerek, kul hakkı" diyor..

    Ne maden işletmecisinin, ne ilgili iş güvenlikçinin, ne devletin ilgili biriminin bilmediği bir dilde konuşuyor. Ancak nedense bize yabancı gelmiyor bu dil. Çok fazla değil şurada bir nesil önce Anne-Babalarımızın bize de öğrettiği bir dili konuşuyor Murat abi. "Kul hakkı" , "devlet malı..." kelimeler tanıdık ama... Hani biri cümle içinde kullansa anlayacağız yani... Ama maalesef Murat abiden başka kimse cümle içinde kullanmıyor.

   Sahi ne oldu bize. Eskiden sadece yapmadığımız zaman ayıplandığımız davranışlar öylesine unutulmuş ki...Bugün birisi yaptığı zaman nesli tükenmiş bir hayvan bulmuşçasına şaşırıyoruz. İnsani ve vicdani sorumluluktan ibaret olan o davranış, kaf dağındaki yedi başlı ejderhayı öldürmüşüzcesine ulusal bir kahramanlık oluyor.

  Biz de tüm samimiyetsizliğimizle izliyoruz onları. Profiller baretler, kömür karaları, siyah kurdelalarla doluyken, havanın azıcık ısınması ile birlikte sokaklarda bir amele yanığı muhabbeti başlıyor. Ya, yüzünü göz kalemiyle siyaha boyayıp, kafasında baretle çekildiği fotoğrafını profil resmi yaparken, amele yanığı olmamak için otobüste cam kenarına oturmaktan kaçan ablayı nereye koyalım? Tutup yakasından sarsası geliyor insanın, "amele yanığı dediğin şey kutsaldır" demek geliyor insanın içinden. "Güneşin vurduğu yerde çıkmaz, onun, ateşi içerden yakar insanı" diyesi geliyor..Susuyorum işte. Sususyoruz. Susuyorsun. Sus!

*satürn  sakini

11 Nisan 2014 Cuma

Satış-Pazarlama Üzerine Denenmemiş Teknikler.



Kampüsümüzde çalışan sevgili kart pazarlamacısı arkadaşlar, 

İnsanlar genellikle söylemeye çalıştıkları şeyi söylerler(Evet bunu yapabiliyorlar). Yani bir şeye "ihtiyacım yok" dediklerinde, o şeye ihtiyacı olmadıklarını kastederler. İşte "reklamcılık" ile "iticiliğin" ayrımı da tamda bu noktada ortaya çıkıyor. Yani bir şeye ihtiyacım olduğunda, o ihtiyacımı firmanızın karşılayacağını ya da diğer firmalardan daha iyi karşılayacağınızı anlatmanız sizi hem firmanız, hem müşteri gözünde iyi bir çalışan yapar. Ancak insanlar ihtiyacı olmadığını söylemelerine rağmen, onları o karta ihtiyacı olduğuna ikna etmeye çalışmanız, güzelliğinize/yakışıklılığınıza, iyi giyiminize ve düzgün diksiyonunuza rağmen bir insan olarak "itici" kılar. Çünkü temel olarak işe en başından insanların söylediklerini("ihtiyacım yok") hiçe sayarak başlıyorsunuz. İnsanlar bu gibi ciddiye alınmadıkları anlarda karşıdaki insanı ciddiye almamak gibi bir savunma psikolojisi geliştirirler. Üstelik giydiğiniz takım elbiselerin, ciddiyetle toplanmış saçlarınızın, vurgulu ses tonunuzun bunu kırmak için olduğunu ve size uzmanlar tarafından  pazarlama seminerlerinde öğretildiğinin de farkındadırlar. Tüm bunlar o kartı pazarlamanızı oldukça güç kılar.

Emeğinize, özverinize, para kazanma hakkınıza ve mecburiyetinize sonsuz saygı duyuyorum. Tüm bunlara, ekmek parası kazanmak adında, doldurmak zorunda olduğunuz kart satış kotaları yüzünden katlandığınızı da biliyorum. Hatta özünüzde iyi insanlar olduğunuza inancım sonsuz, belki de başka bir şekilde karşılaşmış olsak sizi çok sevebilirim, belki güçlü dostluklar kurabileceğim insanlarsınız. Fakat yanlış yerde, yanlış işi, yanlış yöntemlerle yapıyorsunuz. Lütfen ön yargılarınızı bir kenara bırakarak, ikna etmeye çalıştığınız insanların sizi dinlemesini istediğiniz gibi dinleyin söylediklerimi. Sadece kart pazarlamacılığı yapan insanların ortalama çalışma sürelerine bakın. Etrafınızda saha çalışanı olarak emekli olmuş biri var mı? Ya da sizinle birlikte çalışan arkadaşlarınızın arasında 3 yıldan fazla süredir bu işi yapan herhangi biri var mı? .  

 Size işinizi bırakın daha iyi bir iş bulun diyemem. Türkiye şartlarında iş olanaklarından haberim var. Elbette bu işi keyfinizden yapmadığınızı da biliyorum. Ama en azından yönteminizi değiştirin. Sizi insanların gözünde "itici kılmak pahasına tek derdi kart satmak olan uzmanların(!) sizi şartlandırdığı, üstelik pek işe de yaramayan yöntemlerden kurtulun. Mesela o gün çok yorulduğunuzu falan söyleyip, müsade isteyerek bir masaya oturun. Dürüst olun. söze, elinizdeki kartın aslında hiçbir boka yaramadığını, sadece bankaya, zaten müşteriye ait olan para üzerinde söz sahibi olma hakkı verdiğini filan itiraf ederek başlayın. Masadakilere, iki kuruş ekmek parası için patronlarınızın size nasıl Pavlov'un köpeği muamelesi yaptığını falan anlatın.  Kotayı geçersen para var, kota yoksa para yok şartlanmışlığına nasıl sıkıştığınızı anlatın. Belki bu şekilde insanlar, ihtiyaçları olmasa dahi, onaylamadıkları zaman bir kaç ay içerisinde iptal olacakları bir kart için, bir insana, "SİZE" iyilik yapmak adına bir kaç saniyelerini ayırabilir... Belki iyilik yapınca dünya daha güzel olabilir, Belki Lidya'lı biri çıkıp "çok ayıp ettik arkadaşlar özür dileriz, şu para mavzusunu tekrar unutalım, her şey yine eskisi gibi olsun" diyebilir. Hem neden olmasın? %0.2 faiz oranıyla, bir yıl ertelemeli kredi alabildiğimiz bir dünyada gayet olası bir ihtimal bence..

İyi çalışmalar dilerim...

Fuzuli Tespitler Müdürü bir Satürnsakini

29 Mart 2014 Cumartesi

(Kedisel Sohbetler-2) Çok Cahilsin Keşke Ölsen..!


   
   Herkesin mutlu olmak zorunda olmadığını öğrendiğimde henüz çok küçüktüm. Yani aslında mutluluğun algısal olduğunu, bir çabanın sonucunda ulaşılacak bir şey olmadığını... Anlık yaşamalıydı insan. Sadece hayattan heybesini doldurmaya bakmalıydı. Ne olduğu önemli değildi. Zambak ile Lilyum arasındaki fark, Yunan fırınlar tanrısının adı...Elbette bu bilgilerin de işe yarayacağı bir yer ve zaman olacaktı. Sadece alıp gerektiğinde bulabileceği bir yere koymasını bilmeliydi insan. Sadece yerinin ve zamanının gelmesini beklemeliydi. Yer ve zaman çok önemliydi. Mesela bir sirkte ya da bir doğum günü partisinde bir palyaço kılığında bir jonglör gelip, ellerinde üç tane topu döndürmeye başlarsa nispeten komik bir şov olabilir. Fakat yeni tanıştığınız biri, ya da tartıştığınız biri, bir anda cebinden üç tane top çıkarıp döndürmeye başlarsa pek hoş karşılanmaz.

  Yahu senin de şu palyaçolarla ne alıp veremediğin var demeyin, hep şöyle mükemmel bir palyaço trajedyası yazmak istemişimdir. Üstelik palyaço trajedyaları yazma konusunda da iyi değilimdir, hem belki bu da bir palyaço trejedyası değildir. Trejedya böyle mi yazılır onu da bile bilmiyorum zaten. Muhtemelen latince bir kelime. Öyle olunca ben de Müezzaya danıştım. Onun latincesi benden daha iyi. (Henüz Müezzayı tanımayanlar için dipnot; Müezza, rasyonel bir ev kedisi. Kendisinin çapa tıp fakültesi son sınıfta psikiyatrist olma hayallerinden vazgeçip, okulu bırakarak ev kedisi olmaya karar verdiğinden burada daha önce bahsetmiştim).  Konuyla Epistemoloji'nin ilgilendiğini söyledi. Eee... epistemoloji de latince dedim. Türkçesi bilgi felsefesi diye yanıtladı Müezza. Eğer latince biliyor olsaydım Epistemoloji'nin ne demek olduğunu açıklaması gerekmezmiş ve latince bilmek tam da burada işime yaradığı için bir bilgiye dönüşebilirmiş. Ama sırf bir terimin uluslararası litaratürdeki latince adını bilmiyor olmam, o bilgiye sahip olmadığım anlamına gelmez ve sırf bu yüzden kimse bir dili öğrenmek istemez diye kendimi savundum. Dolayısı ile şu durumda latince bilmek, yüce roma imparatorluğunun ruhunu şad etmekten başka bir işe yaramaz dedim. Zira latince bilsem bile 7.yy'dan bu yana konuşacak birilerini bulmak pek mümkün değildi. Fakat Müezzayı alt etmek de o kadar kolay değildi. Entel bir ev kedisiydi Müezza. "Vatikanlılar latince biliyor" dedi. "Dertlerini anlatacak kadar işte" diyerek çamura yattım. Konuşacaklarından değil hani, sırf incile ayıp olmasın diye öğreniyorlar dedim. Sonra bir süre daha latince bilmenin gerekliliği ve gereksizliği üzerine tartıştık. Bir ara tartışma baya alevlendi, çirkinleşti. Küfürleştik filan yani. Sonra bir sessizlik çöktü. Dakikalarca oturduğumuz yerde konuşmadan kalakaldık. Sonra o kalkıp kalorifer peteğinin üzerine uzandı ve dışarıyı seyretmeye başladı. Bende mutfağa geçtim. Akşamdan kalan bulaşığı yıkamaya koyuldum. Nedendir bilmiyorum bulaşık yıkamanın insan ruhunu arındıran bir tarafı olduğuna inanıyorum. Neticede dervişlerin çile de, Budist rahiplerin nirvanaya ulaşmak için arınmakta kullandığı yöntemlerden biri... Hem belki de annelerin bu kadar yüce gönüllü olmaları da yine bu yüzdendir, bilemeyeceğim. Bulaşık yıkarken Müezzaya karşı bir merhamet belirdiğini hissettim yüreğimin derinliklerinde. İçinde bulunduğumuz mart ayı dolayısı ile hormon dengesi bozulmuştu, agresifleşmişti ve bu hassas döneminde onu anlayışla karşılamak gerekirdi. Kalktım, kendim için çay yaptım, Müezza için biraz ton balığı hazırladım. Tekrar içeri geçip, Müezza'nın gönlünü aldım.

   Ve artık, tansiyon düşmüş, taraflar yatışmış olduğuna göre konumuza geri dönebiliriz diye düşünüyorken; Müezza epistemoloji'nin, pragmatizm diye bir düşünce biçimi ortaya koyduğunu söylüyordu. Öfkeyle araya girdim; "Al işte!!! bir latince kelime daha..."pragmatizm." Yani, merhum Hugo Chavez darılmasın ama Latin amerika'nın Venezüellasında bile ispanyolca konuşurken, yani Latin bir güzele ilan-ı aşk etmeye bile yaramıyorken latince, kim ne yapsın latinceyi. Müezza hiçbir şey olmamış gibi devam etti lafa; Pragmatizme göre bir bilgi, ancak bir fayda sağladığında gerçek bilgi olabilirmiş. Yani, latin bir güzele açılabilmek gibi bir fayda sağlamadıktan sonra latince, bir bilgi sayılmaz diyor ve kendi tuzağımda avlıyor beni. Bu sağlam kroşe karşısında öylece kalakalıyorum ve tartışma burada bitiyor benim için. Müezza yüzünde muzaffer bir tebessümle   "quae nocent docent" (*yaralayan şeyler öğreticidir) diyor ve yerinden kalkıp ton balığını yemeye koyuluyor.

  Fakat pragmatizmin atladığı bir nokta var. En başa dönersek bilgi anlık değildir, öğrenildiği anda bir işe yaramıyor olabilir. Öğrendiğiniz bir şeyin ne zaman faydaya dönüşeceğini bilemezsiniz. O yüzden ne olur, ne olmaz diye hayattan ceplerini doldurarak yoluna devam etmek gerek. Şehrindeki tren saatlerini bilmeli mesela insan. Olur ya, içindeki şehri terketme dürtüsünün galip geleceği tutar bir gün. Hem bir insan, bir şehri terk edecekse trenle terketmeli mutlaka. Ağır ve aheste... Mesela ezbere bildiği bir şiir olmalı insanın, artık edebiyat sınavlarında pek fazla sormasalar da, aşkın ne zaman çarpacağı belli olmuyor bünyeye. Mesela; şehirde her mevsim papatya bulabileceği çiçekçinin adresini bilmeli insan. Olur da birine çiçek alacağınız tutar, ya da mide ağrılarından müzdarip olursunuz da, kurutur çayını yaparsınız. Saçlarınıza sürersiniz rengini açar...Bazı bilgiler çok fonksiyonludur, "Şehrinizde her mevsim papatya bulabileceğini çiçekçinin adresi" bilgisi gibi... Atlamamak lazım, önemlidir. Sonra ezberinde bir efkarlı, bir neşeli türküsü olmalı mesela. Şehirde en güzel kaçak tütünün nerede satıldığını bilmeli. Keyif bu. Ne yapacağı hiç belli olmaz. İnsan oturduğu evin kıblesini bilmeli mesela, ezberinde sıkıca tuttuğu bir ayeti olmalı. Olur ya utanacağı tutar bazen imanından uzaklığından. Bir gün amel etmek gelir içinden. Kendisini eve götürecek en kestirme yolu bilemeli, ne zaman yalnız kalabileceği bir köşe arayacağı, ne zaman ağlayacağı belli olmaz. Az çok latince bilmeli meslea; Hem kim iddia edebilir ki; 7.yy da Roma imparatorluğundan gelen bir güzeli ya da yağız bir delikanlıyı sevebilme ihtimalinin bulunmadığını...

*satürn sakini


4 Mart 2014 Salı

KISAFİLM2# : Oscar töreninde Ankaralı Turgut


Künye

Film                 : Valgaften(Election Night)
Yapım             : 1998, Danimarka
Senaryo           : Andreas Thomas Jensen
Yönetmen        : Andreas Thomas Jensen

   Geçenlerde TÜRVAK Sinema-Tiyatro Müzesinde gerçekleştirilien "içinde Türkiye geçen film afişleri sergisi" vesilesi ile yer yer yurdun yağışlı bölgelerinde mütemadiyen karşıma çıkan; içinde Türkiye geçen filmler yine gündeme geldi arkadaşlar arasında. Bu konu niye bizim için bu kadar önemli, millet olarak dünya sinemasında bir yerlerde bizden bahsedilince neden bu kadar seviniyoruz bilmiyorum. Acayip, kompleksli bir milletiz vesselam, herhalde birilerinin dünyada bizim varlığımızdan haberdar olduğunu bilmek hoşumuza gidiyor. Bob Dylan Türkmüşçülüğümüz, koca okyanusu dondurup kızılderilileri Amerika kıtasına buradan göç ettirmişliğimiz hep bundan. Derunumuzdaki yaraları bilmek için ulusça çocukluğumuza inmek gerek belki, kallavi psikoanalizlerden geçmek, azıcık Freud filan okumak gerek, bilemeyeceğim. Neyse...İlk başta muhabbeti Transporter 3 filmindeki Müslüm Baba, İsmail YK posterleriyle savuşturabilirim sandım. Fakat muhabbet pek öyle sandığım kadar vasat geçmedi. Neyse ki, konu "Ayhan Işık, George Clooney 'in babasıymış" kıvamına gelmeden Midnight Express, Le Fille Sur le Pont dolaylarında kapandı. Eve dönünce, bir süre sonra yeniden, kaçınılmaz bir biçimde karşıma çıkacak olan  "içinde Türkiye geçen filmler" muhabbetine yeni bir şeyler katabilmek adına konuyla ilgili biraz bakınırken "Election Night" ile karşılaştım.

       Orijinal adı "Valgaften" olan film, 1998 yılnda en iyi kısa film dalında Oscar almış. Senaristi ve yönetmeni Danimarka sinemasını Lars Von Trier'le birlikte sırtlayan ünlü bir isim; Andreas Thomas Jensen. Senarist kişiliği ile de bilinen Jensen, profosyonel anlamda sinemaya 1996 yılında kısa metraj işlerle başlamış. Üç yıl üstüste aday olduğu en iyi kısa film oscarını 1998'de Valgaften ile kazandıktan sonra çıtayı yukarı çekerek bazen senarist, bazen yönetmen olarak uzun metraj bir filmle oscar kovalamaya başlamış. Rembrandt ve The Green Butcher gibi ses getiren işlerin yanında The Duchess filminin senaryosu yazarak 2008 yılında Hollywood'a göz kırpmıştır. 2011 yılında senaryosunu yazdığı "In a Better World" en iyi yabancı film oscarını alan Jensen'i ilerleyen yıllarda daha çok konuşacağız gibi..

   Filme dönecek olursak; Enternasyonalizmi benimsemiş idealist bir ağabeyin şahsında, toplumun ırkçılığa nasıl evrildiğini anlatıyor. Bir etnisitenin varlığı altında yaşayan azınlıkların, o toplumun enternasyonalist bireylerinden istifade ederek, o azınlığın hem dahil olduğu toplumda egemen etnisiteye, hem de diğer azınlıklara karşı pozitif ayrımcılık elde etmeye çalışmasını gayet yalın bir dille ifade etmiş. Herhangi bir ayrımcılıağa maruz kalmasa bile azınlık olmanın getridiği aşağlık kompleksi ile birlikte, aşırı bir alınganlığa bürünmesi ve bunun sonucunda refleks göstermeleri söz konusu. Öyle ki, azınlıklar tarafından geliştirilen bu reflekslere maruz kalan en hümanist, en enternasyonellrimiz bile ister istemez, "her şey dozunda makbul" kıvamına gelerek bir adım geri atıyor ve azınlık hakları savunuculuğundan, ırkçılık yapmamayı yeterli gören, ortayolcu bir duruş benimsiyoruz. Aslında herhangi bir ayrımcılıkta bulunmasalar dahi, sırf azınlık haklarını savunucu eylemlerde bulunmadıkları için ırkçılıkla nitelediğimiz insanların durdukları yer itibarı ile zaten anti-ırkçı bir tavır içinde olduklarını, bu insanları azınlık reflekslerinin o noktaya itttiğini daha iyi anlıyoruz.

   Filme damgasını vuran ise tabi ki hem filmin içerisinde hem de bitiş jeneriğinde yer alan Ankaralı Turgut.. Evet yanlış duymadınız, Oscarlı bir filmde öyle bangır bangır çalan Ankaralı Turgut...N'aparsınız işte bu da millet olarak bizim kompleksimiz..:)

İYİ SEYİRLER...                                                              *satürnsakini


28 Şubat 2014 Cuma

HUZURSUZ ANTOLOJİSİ-4: Bazen Geliyorlar...


...
kal sen gittiğin yerde geri dönmek dediğin
unutulan bir ağrıyı hatırlatmak gibidir
hadi tekrar git usulca tenin tenime değmesin
her şey değişmiş bak işte her şey değişmiş her şey
değişmemiş bir tek şey, sen güzelsin ben çirkin..

                                                                                                                                       A.Lidar

23 Ocak 2014 Perşembe

SANA AT KİMSELERİ: Wai Ming


     Hayatta öyle insanlar vardır ki, hiç tanımasanız, hiç konuşmasanız bile yazdığı bir şiirden, çizdiği bir resimden hatta internette karşılaştığıız ufuklara bakan bir fotoğrafından bile sizinle aynı dili konuştuğunu hissedebilirsiniz. Sanki berzah aleminde bir yerde ruhlarınız tanışmıştır. Sanki sizinle aynı acıları çekmiş, aynı  şeylere kızmış, aynı şeylere gülmüş gibi gelir. Belki onun kadar güzel resim yapamazsınız, kelimelere onun kadar ustalıkla hükmedemezsiniz fakat sizin söylemek isteyip de söyleyemediklerinizi söyledikleri için onlara karşı garip bir yakınlık hissedersiniz. Onların, dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan ya da yaşamış, bir şekilde gerçekten varolmuş olduğunu bilmek sizi rahatlatır. Hayatı çekilir kılar anlayacağıız.


WAİ MİNG

   1938 yılında Çin'in Güney'inde Canton bölgesinde doğmuş ağabey. Çocukluğu sahil kıyısında balıkçılık yaparak geçimini sağlamaya çalışan fakir bir semtte geçmiş. Hayatı boyunca hiç bir sanat eğitimi almamış. Sefalet içerisinde derme çatma balıkçı, kayıkları, barakaları arasında, kimseyle konuşmayan, içe dönük bir çocukmuş Ming. Zaten hangi sanat dalında olursa olsun yaralı geçmiş bir çocukluktan daha güçlü bir ilham yoktur. Çocukluğunda Ming'in hafızasına işlemeye başlayan görüntüler adeta onun benliği olmuş ve ileri ki yıllarda sanatını derinden etkilemiştir. Sanırım bu duruma litaratürde hatırlamaya yönelik benlik/ narrative self deniyor. Bu tip insanlar sanat aracılığı ile adeta yaşamın çıplak gerçekliğini, fildişi kulelerin içerisine sokuyor. Balıkçı barakalarının etrafında, dalgakıranlarda ıslanmış çekik gözlü çocukların yüzlerindeki her kıvrımda, Çin'in, hatta tüm  dünyanın, sefalet içindeki varoşları bakıyor gözlerinizin içine. Bir fotoğraf kadar gerçekçi olan resimlerindeki küçük balıkçı kızlarının bir an canlanacağını düşünüyorusunuz, rüzgarı sanki saçlarındaki bir kaç teli hareket ettiriyor, dalga kıranlardan üzerlerine sıçrayan denizin suyu, damlalar halinde süzlüyor çıplak ayaklarından. Sanki size bir şeyler söylemek istiyor küçük balıkçı kızları, sanki buradayız diyor, biz de yaşıyoruz bu dünyada, görmeseniz de, duymasanız da, biz de varız. Bizi de ıslatıyor bu deniz, bizim de saçlarımızı okşuyor bu rüzgar..











*satürn sakini


5 Ocak 2014 Pazar

Bİ DUR ALLAH AŞKINA!

Bu gürültüde, bu kadar hareketin, akışın içerisinde bir şeyleri anlamak zor. Anlayabilmek için biraz durmak, düşünmek, belki bir inzivaya çekilmek gerek. Zira;

*  "Latince de anlamak(episthama), durmak olan episteme'den, ingilizce de understanding, stand'den, Almanca da verstehen, stehen'den, Arapça da vukuf(Türkçe de vakıf olmak olarak da kullanılır) vakfe'den gelir"

                                                                                                     (Sinema ve Felsefe)  *Dücane Cündioğlu