29 Mart 2014 Cumartesi

(Kedisel Sohbetler-2) Çok Cahilsin Keşke Ölsen..!


   
   Herkesin mutlu olmak zorunda olmadığını öğrendiğimde henüz çok küçüktüm. Yani aslında mutluluğun algısal olduğunu, bir çabanın sonucunda ulaşılacak bir şey olmadığını... Anlık yaşamalıydı insan. Sadece hayattan heybesini doldurmaya bakmalıydı. Ne olduğu önemli değildi. Zambak ile Lilyum arasındaki fark, Yunan fırınlar tanrısının adı...Elbette bu bilgilerin de işe yarayacağı bir yer ve zaman olacaktı. Sadece alıp gerektiğinde bulabileceği bir yere koymasını bilmeliydi insan. Sadece yerinin ve zamanının gelmesini beklemeliydi. Yer ve zaman çok önemliydi. Mesela bir sirkte ya da bir doğum günü partisinde bir palyaço kılığında bir jonglör gelip, ellerinde üç tane topu döndürmeye başlarsa nispeten komik bir şov olabilir. Fakat yeni tanıştığınız biri, ya da tartıştığınız biri, bir anda cebinden üç tane top çıkarıp döndürmeye başlarsa pek hoş karşılanmaz.

  Yahu senin de şu palyaçolarla ne alıp veremediğin var demeyin, hep şöyle mükemmel bir palyaço trajedyası yazmak istemişimdir. Üstelik palyaço trajedyaları yazma konusunda da iyi değilimdir, hem belki bu da bir palyaço trejedyası değildir. Trejedya böyle mi yazılır onu da bile bilmiyorum zaten. Muhtemelen latince bir kelime. Öyle olunca ben de Müezzaya danıştım. Onun latincesi benden daha iyi. (Henüz Müezzayı tanımayanlar için dipnot; Müezza, rasyonel bir ev kedisi. Kendisinin çapa tıp fakültesi son sınıfta psikiyatrist olma hayallerinden vazgeçip, okulu bırakarak ev kedisi olmaya karar verdiğinden burada daha önce bahsetmiştim).  Konuyla Epistemoloji'nin ilgilendiğini söyledi. Eee... epistemoloji de latince dedim. Türkçesi bilgi felsefesi diye yanıtladı Müezza. Eğer latince biliyor olsaydım Epistemoloji'nin ne demek olduğunu açıklaması gerekmezmiş ve latince bilmek tam da burada işime yaradığı için bir bilgiye dönüşebilirmiş. Ama sırf bir terimin uluslararası litaratürdeki latince adını bilmiyor olmam, o bilgiye sahip olmadığım anlamına gelmez ve sırf bu yüzden kimse bir dili öğrenmek istemez diye kendimi savundum. Dolayısı ile şu durumda latince bilmek, yüce roma imparatorluğunun ruhunu şad etmekten başka bir işe yaramaz dedim. Zira latince bilsem bile 7.yy'dan bu yana konuşacak birilerini bulmak pek mümkün değildi. Fakat Müezzayı alt etmek de o kadar kolay değildi. Entel bir ev kedisiydi Müezza. "Vatikanlılar latince biliyor" dedi. "Dertlerini anlatacak kadar işte" diyerek çamura yattım. Konuşacaklarından değil hani, sırf incile ayıp olmasın diye öğreniyorlar dedim. Sonra bir süre daha latince bilmenin gerekliliği ve gereksizliği üzerine tartıştık. Bir ara tartışma baya alevlendi, çirkinleşti. Küfürleştik filan yani. Sonra bir sessizlik çöktü. Dakikalarca oturduğumuz yerde konuşmadan kalakaldık. Sonra o kalkıp kalorifer peteğinin üzerine uzandı ve dışarıyı seyretmeye başladı. Bende mutfağa geçtim. Akşamdan kalan bulaşığı yıkamaya koyuldum. Nedendir bilmiyorum bulaşık yıkamanın insan ruhunu arındıran bir tarafı olduğuna inanıyorum. Neticede dervişlerin çile de, Budist rahiplerin nirvanaya ulaşmak için arınmakta kullandığı yöntemlerden biri... Hem belki de annelerin bu kadar yüce gönüllü olmaları da yine bu yüzdendir, bilemeyeceğim. Bulaşık yıkarken Müezzaya karşı bir merhamet belirdiğini hissettim yüreğimin derinliklerinde. İçinde bulunduğumuz mart ayı dolayısı ile hormon dengesi bozulmuştu, agresifleşmişti ve bu hassas döneminde onu anlayışla karşılamak gerekirdi. Kalktım, kendim için çay yaptım, Müezza için biraz ton balığı hazırladım. Tekrar içeri geçip, Müezza'nın gönlünü aldım.

   Ve artık, tansiyon düşmüş, taraflar yatışmış olduğuna göre konumuza geri dönebiliriz diye düşünüyorken; Müezza epistemoloji'nin, pragmatizm diye bir düşünce biçimi ortaya koyduğunu söylüyordu. Öfkeyle araya girdim; "Al işte!!! bir latince kelime daha..."pragmatizm." Yani, merhum Hugo Chavez darılmasın ama Latin amerika'nın Venezüellasında bile ispanyolca konuşurken, yani Latin bir güzele ilan-ı aşk etmeye bile yaramıyorken latince, kim ne yapsın latinceyi. Müezza hiçbir şey olmamış gibi devam etti lafa; Pragmatizme göre bir bilgi, ancak bir fayda sağladığında gerçek bilgi olabilirmiş. Yani, latin bir güzele açılabilmek gibi bir fayda sağlamadıktan sonra latince, bir bilgi sayılmaz diyor ve kendi tuzağımda avlıyor beni. Bu sağlam kroşe karşısında öylece kalakalıyorum ve tartışma burada bitiyor benim için. Müezza yüzünde muzaffer bir tebessümle   "quae nocent docent" (*yaralayan şeyler öğreticidir) diyor ve yerinden kalkıp ton balığını yemeye koyuluyor.

  Fakat pragmatizmin atladığı bir nokta var. En başa dönersek bilgi anlık değildir, öğrenildiği anda bir işe yaramıyor olabilir. Öğrendiğiniz bir şeyin ne zaman faydaya dönüşeceğini bilemezsiniz. O yüzden ne olur, ne olmaz diye hayattan ceplerini doldurarak yoluna devam etmek gerek. Şehrindeki tren saatlerini bilmeli mesela insan. Olur ya, içindeki şehri terketme dürtüsünün galip geleceği tutar bir gün. Hem bir insan, bir şehri terk edecekse trenle terketmeli mutlaka. Ağır ve aheste... Mesela ezbere bildiği bir şiir olmalı insanın, artık edebiyat sınavlarında pek fazla sormasalar da, aşkın ne zaman çarpacağı belli olmuyor bünyeye. Mesela; şehirde her mevsim papatya bulabileceği çiçekçinin adresini bilmeli insan. Olur da birine çiçek alacağınız tutar, ya da mide ağrılarından müzdarip olursunuz da, kurutur çayını yaparsınız. Saçlarınıza sürersiniz rengini açar...Bazı bilgiler çok fonksiyonludur, "Şehrinizde her mevsim papatya bulabileceğini çiçekçinin adresi" bilgisi gibi... Atlamamak lazım, önemlidir. Sonra ezberinde bir efkarlı, bir neşeli türküsü olmalı mesela. Şehirde en güzel kaçak tütünün nerede satıldığını bilmeli. Keyif bu. Ne yapacağı hiç belli olmaz. İnsan oturduğu evin kıblesini bilmeli mesela, ezberinde sıkıca tuttuğu bir ayeti olmalı. Olur ya utanacağı tutar bazen imanından uzaklığından. Bir gün amel etmek gelir içinden. Kendisini eve götürecek en kestirme yolu bilemeli, ne zaman yalnız kalabileceği bir köşe arayacağı, ne zaman ağlayacağı belli olmaz. Az çok latince bilmeli meslea; Hem kim iddia edebilir ki; 7.yy da Roma imparatorluğundan gelen bir güzeli ya da yağız bir delikanlıyı sevebilme ihtimalinin bulunmadığını...

*satürn sakini


4 Mart 2014 Salı

KISAFİLM2# : Oscar töreninde Ankaralı Turgut


Künye

Film                 : Valgaften(Election Night)
Yapım             : 1998, Danimarka
Senaryo           : Andreas Thomas Jensen
Yönetmen        : Andreas Thomas Jensen

   Geçenlerde TÜRVAK Sinema-Tiyatro Müzesinde gerçekleştirilien "içinde Türkiye geçen film afişleri sergisi" vesilesi ile yer yer yurdun yağışlı bölgelerinde mütemadiyen karşıma çıkan; içinde Türkiye geçen filmler yine gündeme geldi arkadaşlar arasında. Bu konu niye bizim için bu kadar önemli, millet olarak dünya sinemasında bir yerlerde bizden bahsedilince neden bu kadar seviniyoruz bilmiyorum. Acayip, kompleksli bir milletiz vesselam, herhalde birilerinin dünyada bizim varlığımızdan haberdar olduğunu bilmek hoşumuza gidiyor. Bob Dylan Türkmüşçülüğümüz, koca okyanusu dondurup kızılderilileri Amerika kıtasına buradan göç ettirmişliğimiz hep bundan. Derunumuzdaki yaraları bilmek için ulusça çocukluğumuza inmek gerek belki, kallavi psikoanalizlerden geçmek, azıcık Freud filan okumak gerek, bilemeyeceğim. Neyse...İlk başta muhabbeti Transporter 3 filmindeki Müslüm Baba, İsmail YK posterleriyle savuşturabilirim sandım. Fakat muhabbet pek öyle sandığım kadar vasat geçmedi. Neyse ki, konu "Ayhan Işık, George Clooney 'in babasıymış" kıvamına gelmeden Midnight Express, Le Fille Sur le Pont dolaylarında kapandı. Eve dönünce, bir süre sonra yeniden, kaçınılmaz bir biçimde karşıma çıkacak olan  "içinde Türkiye geçen filmler" muhabbetine yeni bir şeyler katabilmek adına konuyla ilgili biraz bakınırken "Election Night" ile karşılaştım.

       Orijinal adı "Valgaften" olan film, 1998 yılnda en iyi kısa film dalında Oscar almış. Senaristi ve yönetmeni Danimarka sinemasını Lars Von Trier'le birlikte sırtlayan ünlü bir isim; Andreas Thomas Jensen. Senarist kişiliği ile de bilinen Jensen, profosyonel anlamda sinemaya 1996 yılında kısa metraj işlerle başlamış. Üç yıl üstüste aday olduğu en iyi kısa film oscarını 1998'de Valgaften ile kazandıktan sonra çıtayı yukarı çekerek bazen senarist, bazen yönetmen olarak uzun metraj bir filmle oscar kovalamaya başlamış. Rembrandt ve The Green Butcher gibi ses getiren işlerin yanında The Duchess filminin senaryosu yazarak 2008 yılında Hollywood'a göz kırpmıştır. 2011 yılında senaryosunu yazdığı "In a Better World" en iyi yabancı film oscarını alan Jensen'i ilerleyen yıllarda daha çok konuşacağız gibi..

   Filme dönecek olursak; Enternasyonalizmi benimsemiş idealist bir ağabeyin şahsında, toplumun ırkçılığa nasıl evrildiğini anlatıyor. Bir etnisitenin varlığı altında yaşayan azınlıkların, o toplumun enternasyonalist bireylerinden istifade ederek, o azınlığın hem dahil olduğu toplumda egemen etnisiteye, hem de diğer azınlıklara karşı pozitif ayrımcılık elde etmeye çalışmasını gayet yalın bir dille ifade etmiş. Herhangi bir ayrımcılıağa maruz kalmasa bile azınlık olmanın getridiği aşağlık kompleksi ile birlikte, aşırı bir alınganlığa bürünmesi ve bunun sonucunda refleks göstermeleri söz konusu. Öyle ki, azınlıklar tarafından geliştirilen bu reflekslere maruz kalan en hümanist, en enternasyonellrimiz bile ister istemez, "her şey dozunda makbul" kıvamına gelerek bir adım geri atıyor ve azınlık hakları savunuculuğundan, ırkçılık yapmamayı yeterli gören, ortayolcu bir duruş benimsiyoruz. Aslında herhangi bir ayrımcılıkta bulunmasalar dahi, sırf azınlık haklarını savunucu eylemlerde bulunmadıkları için ırkçılıkla nitelediğimiz insanların durdukları yer itibarı ile zaten anti-ırkçı bir tavır içinde olduklarını, bu insanları azınlık reflekslerinin o noktaya itttiğini daha iyi anlıyoruz.

   Filme damgasını vuran ise tabi ki hem filmin içerisinde hem de bitiş jeneriğinde yer alan Ankaralı Turgut.. Evet yanlış duymadınız, Oscarlı bir filmde öyle bangır bangır çalan Ankaralı Turgut...N'aparsınız işte bu da millet olarak bizim kompleksimiz..:)

İYİ SEYİRLER...                                                              *satürnsakini