4 Aralık 2017 Pazartesi

SATURN BLUES_1; New Orleans'lı Aşık Veysel




Blind Willie Mctell 1898 doğumlu, Amerikalı erken dönem blues şarkıcılarından. Ben, Bob Dylan diskografisini kurcalarken tesadüfen keşfettim. Melodisi hoşuma giden bir şarkının, hayali bir karakteri sandığım kişi meğerse gerçek biriymiş; Blind Willie Mctell... Dylan da şarkıyı üstad Willie'e ithafen yazmış zaten. (Bence, Yazı boyunca eşlik etsin size)



 Blind Willie Mctell, 50lerin sonlarına kadar yaşamış, şimdilerde bile nadir müzisyenin tercih ettiği 12 telli gitarda ustalaşmış sıradışı bir müzisyen. Bu afro-amerikalı abiye ve hikayesine baktığınızda sizde doğrudan bir Aşık Veysel çağrışımı olması kesinlikle sürpriz olmaz. Üstelik sadece Veysel gibi çocuk yaşta gözlerini kaybetmesine rağmen Allah vergisi bir yetenekle enstürmanında ustalaşmasıyla değil, içinde yaşadığı kültürün halk müziğini yapması, yani yaptığı müzik tarzının amerikan kültüründeki karşılığı, yaşadığı dönemde mensubu bulunduğu sosyal sınıf itibarı ile Aşık Veysel ile özdeşleştirdim ben de.. Yoksulluğu, taşralılığı, şarkılarında toplumsal konuları işleyen bir halk ozanı olması... Aşağı yukarı akran olan bu iki isimi bir arada düşününce, insanın aklından; birbirlerini tanısalardı kim bilir ne güzel iki dost olurdu diye geçiyor. Veysel tanısaydı onu, mutlaka adına bir türkü yakardı, Willie'nin delta blues'unu dinlerken Veysel'in karanlık gözlerinden yaşlar süzülürdü muhakkak... Birbirlerinin dilini bilmelerine gerek bile yoktu üstelik.  Ne güzel dost olurlardı.... Aynı okla vurulmuş iki av, aynı savaşta yaralanmış iki gazi arasında nasıl doğal bir çekim, bir yakınlık oluşursa, nasıl aynı dili konuşursa yürekleri ikisi hakkında öyle bir hisse kapılıyor insan. Willie'nin şarkılarını dinlerken sanki Veysel'in bir dostuna rastlamış gibi oldum.

 "Beni Hor Görme Kardeşim
Sen Altınsın Ben Tunç Muyum
Aynı Vardan Var Olmuşuz
Sen Gümüşsün Ben Saç Mıyım"

 diyen Veysel'in türküsünün, ailesi büyük çiftliklerde köle olarak zulüm görmüş Willie'nin ağıdı olmadığını kim söyleyebilir. Ya da Willie'nin "You got to die" şarkısının Veysel'in Kara Toprak türküsünün başka bir versiyonu olmadığını söyleyebilir misiniz?

You Got The Die
sadece iyi biri ol ve hazırlan, çünkü öleceksin.
sadece iyi ve hazırlıklı
belki yarın... Tanrım !
saatini ve dakikasını bilemezsin
sadece hazırlıklı ol

 sadece iyi biri ol birlik içinde yaşamak için, çünkü öleceksin.
sadece iyi biri ol
belki yarın... Tanrım !
saatini ve dakikasını bilemezsin

sadece iyi ol

sadece iyi biri ol düşmanlarını sevebilmek için, çünkü öleceksin.
sadece iyi biri ol...
belki yarın... Tanrım !
saatini ve dakikasını bilemezsin
sadece iyi ol

sadece iyi biri ol komşularını sevebilmek için, çünkü öleceksin.
sadece iyi biri ol...
belki yarın... Tanrım !
saatini ve dakikasını bilemezsin
sadece iyi biri ol...



Bir sokak sanatçısı olarak yaşamış ve ölmüş olan Willie, elinde gitarı ile Amerikayı bir baştan bir başa trenlerde kaçak yolculuk ederek dolaşmış, gittiği her yere müziğini götürmüş kimsesiz tuhaf bir adam. Ülkenin tüm pis ve ağır işlerini, beyazların aldığı ücretin 5'te 1'ine yapan, okula gitmeleri, otobüse binmeleri yasak olan bir toplumun sesi olmayı başarmış. Öyle ki onlarla aralarına kalın duvarlar çeken beyazlar bile, Willie'nin müziğini ve 12 telli gitarının tınısını dinleyebilmek için bazı kurallarını esnetmişler. 1956 yılında Amerika'nın kültürel müzik arşivini oluşturmak adına, bulduğu her sokak şarkıcısının, her halk ozanının sesini kaydeden Atlantic Records tarafından tesadüfen bir kayıt alınmışsa da bu kaydın ticari bir karşılığı olmamıştır. 1959 yılında büyük bir şöhreti olmayan bir sokak çalgıcısı olarak sefalet içinde ölmüş. Ancak hikayesi, gittiği yerlerde söylediği şarkıların etkisinden yıllarca kurtulamayan insanlar arasında dilden dile dolaşmış ve anlatıldıkça büyüyen bir efsane olarak yayılmış.  Dilden dile dolaşarak büyüyen hikayeler sayesinde ölümünden 10-15 yıl sonra hatırı sayılır bir üne ulaşmış. Hakkındaki söylentiler efsaneye dönüşünce yıllar önce Atlantic Records'un bu abi ile bir kayıt aldığı hatırlanmış ve arşivlerden çıkarılmıştır.


  Bu usta için , Amerikan folk ve blues müziğinin yaşayan efsanelerinden ve en güçlü kalemlerinden biri ona olan Bob Dylan'da hayranlığını, ona ithaf ettiği bir şarkıyla taçlandırmış. Blues üstadı Willie abi için yazılmış en güzel övgüyü yine bu işin usta kalemine bırakalım.

Bob Dylan - Blind Willie Mctell

Kapı kirişine saplanan ok görüldü
"New orleans'tan Kudüs'ün sonuna kadar
tüm bu toprakların lanetlendiği" söylendi.
Bir çok şehidin düştüğü tüm doğu Texas'ı dolaştım
ve ben, Hiç kimsenin Blind Willie Mctell gibi 
blues söyleyemeyeceğini biliyorum.

Baykuşun şarkı söylediğini duydum,
Onlar çadırlarını sökerken.
Çorak ağaçların üzerindeki yıldızlardı
tek dinleycileri...
Karakalemle çizilmiş çingene kızları
onlarla kuş tüyleri gibi kasılarak yürüyebilir
ama kimse blues söyleyemez
Blind Willie Mctell gibi

Büyük sömürge çiftliklerinin yanışını gör
Kamçıların şaklamasını duy
Tatlı manolya kokusu hisset
(ve) kölelik gemilerinin hayaletlerini gör
Onların kabilelerinin çığlıklarını duyabilirim
Cenaze levazımatçısının çanını da
Fakat kimse blues söyleyemez
Blind Willie Mctell gibi

Nehir kenarında bir kadın var
Kavalye gibi giyinmiş genç yakışıklı adamla birlikte.
Elinde kaçak bir viski şişesi tutyor
Otoyolda prangalı mahkumlar...
Onların isyan çığlıklarını duyabilirim
ve ben kimsenin blues söyleyemeyeceğini bilirim
Blind Willie Mctell gibi

Tanrı cenette
ve hepimiz onun sahip olduklarına sahip olmak isteriz
ama sahip olduğumuz tek şeyin
güç, açgözlülük ve yoldan çıkarılabilir bir soy olduğu görüyorum.
St James otelinin pencerisinden dışarıyı seyrederken
ve ben biliyoum; kimsenin blues söyleyemeyeceğini
Blind Willie Mctell gibi

*SatürnSakini

30 Kasım 2017 Perşembe

SATÜRN RADYOSU ŞARKILARI-8: Hastayı lüzumsuz sorularla meşgul etmeyelim lütfen.





Etrafıma kendi elimle bir duvar ördüm
Kimse bir daha geçmesin diye
Değiştim, sanki içimde bir şeyler öldü
İstesem de dönemem geriye
Hep mi ben yanlıştım bu hayatta
Hep mi ben haksızdım
Beni hiç gözetmediler

Hep de ben üzüldüm en sonunda
Hep ben ağladım
Benim kadar sevmediler

Şimdi bana sor bi daha, gelir miyim?
Başka güneş altında erir miyim?
Çünkü hep üzüldüm en sonunda
Hep ben ağladım
Bana bir sor gelir miyim?

Şimdi bana sor bir daha gelir, miyim?
Başkasına yeniden yenilir miyim?
Çünkü hep yenildim her defasında
Kırdılar hevesimi
Sor bir daha gelir miyim?

Etrafıma kendi elimle bir duvar ördüm
kimse gelip de yıkmasın diye
savaştım kendi kendimle
birimiz öldü
söyle şimdi zararım kime?

Hep mi ben yanlıştım bu hayatta?
Hep mi ben hatalıydım?
Bana bir şans vermediler
Hep de ben eksildim en sonunda
Hep yalnız kaldım
Beni hiç sevmediler.

Şimdi bana sor bir daha, gelir miyim?
Başka güneş altında erir miyim?
Çünkü hep üzüldüm en sonunda
Hep ben ağladım
Bana bir sor gelir miyim?

Şimdi bana sor bir daha, gelir miyim?
Başkasına yeniden yenilir miyim?
Çünkü hep yenildim en sonunda
İçine ettiniz hevesimin
Sor bir daha gelir miyim?

Şimdi bana sor bir daha, gelir miyim?
Başka güneş içinde erir miyim?
Çünkü hep üzüldüm en sonunda
Hep ben ağladım
Bana bir sor gelir miyim?

Şimdi bana sor bir daha, gelir miyim?
Nah gelirim
Başkasına yeniden yenilir miyim?
Çünkü hep yenildim en sonunda
içine ettiniz hevesimin
Sor bir daha gelir miyim?


7 Ekim 2017 Cumartesi

Abdalca Günceler - 1



 Bir süredir amansız tutarsızlıklar içinde debelenip duruyorum. Teknolojinin nimetleri üzerinden eve ekmek getirirken, bir yandan ruhumda, her fırsatta teknolojiden en uzak yerlere kaçma arzusu duyuyorum. Teknolojik şeyler üzerinden kazandığım parayı kısacık molalarda beni teknolojik şeylerden daha uzağa götürebilsin diye sırt çantası, mat, uyku tulumu gibi kamp/trekking ekipmanlarına yatırıyorum. En çok da bol eğimli, yüksek yerlere götüren parkurlar cezbediyor beni. Üstelik yürümenin, özellikle doğada yapılan yürüyüşlerin insan ruhu için bilimsel olarak kanıtlanmış bir tedavi yöntemi olduğu da söylenir. Bu yönüyle, ruhun duyduğu bu arzunun "Allah kendi hira'sını bulan herkesle konuşur. " düsturunca kendi Hira'sına dair bir arayış olduğu bile söylenebilir. Biraz fazlaca kişisel olacak ama, bu arayış süresince karşılaştığım, hissettiğim bazı özel halleri zaman zaman buraya aktaracağım sanırım. Bu ilk yazıya özel giriş kısmından sonra asıl mevzuya gelelim.

   Yüksek yerlere tırmanmak, zirvelerde bulunmak sanılanın aksine insan egosunu okşayan bir eylem değil. "Zirve sadece bir metafor." demiş ünlü bir dağcı. Tam tersine zirvelerin insana hissetirdiği o kendine has aczlik duygusu, insan egosunu paramparça ediyor. Sis çökmüş yollardan ağır ağır yükseklere tırmandıkça; kaygılar, hırslar, hevesler içinde çırpınıp durduğun o dünya geride, ufukta küçüldükçe küçülüyor. Bir noktadan sonra, geriye dönüp o küçücük belli belirsiz düzlüklere baktıkça ne kadar küçük şeyler için debelenip durduğunu, enerjini ne kadar küçük şeyler için tükettiğinle yüzleşiyorsun. Yorgunluktan, su toplamış ayakların artık ağır ve varlığına her adımda iman ettiren hissedilebilir organlara dönüşüyor. "Şu gevşek kayaya basma", "şu çiçeği ezme" diye her adımın muhasebesini daha atmadan önce yapıyor, Soluduğun nefesi artık soğuk, somut bir şey olarak hissediyorsun. Başka bir havayı soluyor artık insan. Yükseklere tırmanırken ölüm anında ruhun bedenden ayrılıp, yükselirken geride bıraktığı bedeni ve yaşamı görmesi gibi... Öyle özel bir duygu dünyasına, derinliğe ulaşıyor insan. Bu dünyaya dair her şey yavaş yavaş uzaklaşıyor, küçülüyor, sonra silikleşiyor. Sonrası başka bir alem. İnsanlığın her döneminde, her inanış biçiminde yalnızca yüksek yerlerde, zirvelerde hissedebildiği bu özel duygu, derinlik, temelde acizliğiyle yüzleşmesi ruhu arındırmanın, egosundan kurtulmanın bir yöntemi olmuştur. Evliyaların, azizlerin, keşişlerin yüksek dağlarda manastırlar inşa etmesinin, peygamberlerin kutsal dağlarda yaşadıklarının muhakkak bir hikmeti olmalı. Musa aleyhiselamın Tur dağında, Efendimiz'in(S.A.V) Arafat'ta Rabbiyle buluşmasında, Nuh Aleyhiselam'ın Tufandan Cudi'de selameta kavuşmasında ortak bir hakikatin izleri varmış gibi geliyor bana. *SatürnSakini

2 Ekim 2017 Pazartesi

Bulunmuş Ceset




önce müzik: tık tık
. . .

İşte öldüm. Ne iyi ettim ölmekle. Sen güzelim, daha da iyisini yapmıştın benden önce ölmekle. Aslında beni de öldürmüştün ölürken. Yani ben sende öleli çok oldu güzelim. Bende ölmem gecikti sadece. Rötarlı ölüyorum. Yıkıntıyı taşımak bugüne kaldı işte. Günlük işler...biliyorsun. Sesssizliğin iflah olmaz sırdaşıyım, tanımadın mı? Hani masallarda devleri tutan...Evet, evet yerde ölmemiş gibi yatan... Evet canım, sende hiç olmamış gibi yatan... Benim!. Butlan!.. Tanımadın mı? Bak, işte koyu renkli bir ölüm, tiz kahkahalarıyla dolaşıyor üzerimde. Ucu sivriltilmiş sözcüklerle kazındı "Sen İçimizdeki Yabancısın" ibaresi, bak!.. İşte güzelim, işte bak!.. Herkes görüyor; yalnızlığım bir başkasının yalnızlığı biçiminde!.. Sen gecelerimdin. Tek başınalığımdın benim. Kaybettim seni. Düşürdüm parmak uçlarımdan seni. Ve hep kendimi... Kendimi... Biliyorsun, yalnızlığın tozlu yolları vardır. Kaybolmaya giden yolları vardır yalnızlığın. Beraber bir yalnızlığı büyütmüştük unuttun mu? Bir yalnızlığı yürütmüştük beraber. Unuttun mu? Ne kadar unutkan olmuşsun. Bana da ver, bana da öğret unutmayı biraz. Hiç unutamıyorum ben güzelim. Özellikle yağmurlu havalarda unutamıyorum. Romatizmal bir unutmazlığım var. Unutmak ne güzel olurdu oysa. Gerçekten güzel olur muydu acaba unutmak? Nasıl ölürdük o zaman? Bak en çok ölememekten korkarım ben hayatımda. Ne deliksiz bir kabus olurdu ölümsüz hayat. İnsanlar tarafından, en titreyen yerlerinden kemirilerek bile olsa, ölmeli bir gün insan. Yok ille de ölmeyecekse o zaman hiç büyümesin. Bir tek çocuklara yakışmıyor çünkü ölüm. Çocukluğa... Çocukluk güzelim, hatırla!.. Açık havada geçirilmiş tek parçasıdır ömrümün. Her ne kadar hayat, iğreti dursa da bütün kısa pantolonlarımızın üstünde ve her ne kadar küçük ellerimizle, bir ömre yetecek kadar gözyaşı döküyorsak da gözlerimizi silerken her defasında... Hayır güzelim, biz büyümeyi haketmemiştik! Yakıştıramıyorum büyümeyi kendime. Çok daha katlanılmaz şimdi; yok gibi hafif bir rüzgarın saçlarımı elleriyle tarayıp toprağa böylesine eski bir günde, bir kitaptan okumak her şeyi, çok daha zor... Her sayfada, ip atlayan uzun saçlı bir kız çocuğu görünüyor. Durmadan atlıyor zamanın ipini yıllarca. O yukarı sıçradıkça, saçları ve etekleri ve zamana söyletilen başka her şey, dalgalanıyor ve sanki bedenimde bir küçük yürek çırpınıyor... çırpınıyor. Rüzgarın yalnız köhne kapılara bağışladığı sesle bir küçük tahta arabacık, bozulup düzeliyor... bozulup düzeliyor. Sonra büyüyorum nedense; kocaman büyüyorum. Korkularımla öyle çok yer kaplıyorum ki yeryüzünün karanlık boşluklarında; kötülüklere kaçacak delik kalmıyor. Onlarda ne yapıyorlar biliyor musun güzelim? İçime giriyorlar. Gözlerime bir deniz korkusu iniyor hemen... İçimde bir boşluk dönencesi peydahlanıyor. Uzayla başbaşa kalıyorum. Yalnız... İçinden yokedilen çınarlar gibi ulu bir saçmalık oluyorum döne döne. Bir kere görünüp çekiliyorlar dışımın bütün korkuları. Yalanlarıyla ve samanlarıyla... Dışımda hiçbir şey kalmıyor. İçimde her şey... Sanki güzelim, Korkular Krallığı cüretkar şovalyeleriyle yavaş yavaş ele geçiriyor bedenimi. Her yöne yerinde sayan kaçışlar gönderiyorum. İçimi serinletecek hiçbir haberci geri dönmüyor. Ya da belki korku olup geliyorlar üstüme. Her şey gözlerimde olup bitmiyor mu zaten? Gözlerim, yokluğun parlak yüzeyinden yansıyan yalan ışıkların peşisıra  durup, bir hayata bir ölüme bakmıyor mu durmadan. Bir hayata... Sonra bir de ölüme... Kaybolmaktan korkarak... Ama sen yine de yabana atma bu gözleri. Bu gözler güzelim, köşede suskun oturan bu gözler, neredeyse bir ama kadar çok şey görmüştür. Çaresiz, ölümde karar kılmış gözlerin sözünü dinliyor bu beden. Hep sana gelirken ölüyorum. Kendi ölümüme takılıp... Ama sen sakın üzülme güzelim. Alışığım ben ölmeye! Hayatına, usulsüzce kara selviler yerleştirilmiş çocuğum ben. Sanki her şey çıkartma kağıdındanmış gibi... Öyle kolay ve öyle sıradan... Bütün önemsizler gibi zehirli ve içinde bir tırmalanış taşıyan... İşte ölümüm de öyle bir yengeçti güzelim, yuttum onu! Sen hep başkalarının ldüğünü sanan sırça bir gururdun o zaman. Yanında günlerce ölüp durdum, hiç haberin olmadı. Aslında benim için bile tam anlaşılır değildi ölüm. Hayatı, ayrılan kontenjanın boşa gitmemesi için dünyada bulunmak diye biliyordum. Ölümse, sanki bir şeyi tamamlamaktı. Durmadan ölerek, gerçek ölüme vardım şimdi. Ölüm bizim acıklı serüvenimizdi güzelim, durmadan akıyor ve kendi yokluğumuzu dolduruyorduk. Yokluğumuzda varoluyorduk. Biz, ölümü ayaklarına dolanan hüzünlü insanlar!.. Hayır, senin ölümün hiç öyle olmadı güzelim! Varlığından yokoluverdin sen, uçtun elimden. Sadece bende öldün sanki. Öyle ya, belki sadece bende yaşamıştın. Bunun için bu kadar kolaydı seni kandırmak seni. Öyle çok gülmüştümki örneğin, anlamamıştın gülmediğimi. Hep senin isteyebileceğin yerde durmuştum. Ne olurdu bir iyilik de sen yapsaydın? Isıtıp kolları olan bir insan verseydin bana. Senin yerine geçecek bir insan. Şimdi güzler boyunca üşüyüp duracağım sensizliğimden. Güzler sensizleri gören mevsimlerdir. GÜZler ELİM mevsimlerdir. Hele sen GÜZ kadar hüzünlü, EL kadar uzak, İM kadar yoksan. Kimsesiz ölüler çok üşür güzelim, çok üşür ölüler. Toprak sadece örten bir şeydir. Isıtmaz. Güzler her şeyi bilen mevsimlerdir. Neyse... Aldırma bir hovarda ölünün sözlerine sen. Can çıktı, huy gecikti işte güzelim. İğnelerim kaldı. Dediğin gibi,, kirpi gönüllüyüm ben. Seni hep diken üstünde yaşattım. Ne olurdu gönlüm biraz daha konforlu olsaydı... Belki hiçbir yere gitmez, hiçbir yere ölmezdin o zaman. Hayır! ikimiz de biliyoruz; imkansızdı bu. Bir kere benim gönlüm eski tipti. Yeni gönüller gibi ayarlanabilir değildi. Ayrıca sen de pek çaba göstermedin onu ikna etmek için. Mehtabı kırpmak istemiştim senden. Yıldızlar yapmanı... Gönlüme batıracaktım onları. Karanlığını alacaktım içimin. Senin için kandıracaktım gönlümü, Yapmadın. Sadece öldün. Gözlerimde bir ölümü çoğaltarak öldün sadece. Tıpkı bir yalanı büyüterek varolduğun gibi önceden. Kendi yalanını... Oysa ben, hiç değilse, içimden gelen yalanlarla kurmak isterdim yapını gözümde. Her zaman biraz sabun köpüğü gibi inanılmaz ve ivaedi kalacak... Her insan için ayrılan "Anlatılamazlar Kontenjanına" kaçırmak isterdim seni. Bu kontenjan bir miktar arttırılmaz mıydı? Madem çıplak giremiyorduk; o zaman hiç değilse bu tutulmaz elbiselerimizle kabul edilemez miydik? Ne olurdu biraz çekilseydik dünyadan? Ne olurdu; dünya kara külahlı ihtiraslara, çöp kaçkını mutluluklara ya da açılıp küçültülmüş hediye paketlerine kalsaydı? Dünya, içlerine rutubetli emeller tıkıştırılan bavullara dönseydi? Ne benim, ne bendeki senin izi kalmasydı; yanmasaydı puslu görüntülerimiz camlarda? Ne olurdu? Bir eline varlığını, diğer eline yokluğunu alarak dolaşmasan beynimin içinde, karıştırmasan kafamı, düşüncemi, gözlerimi... Ne olurdu? Belki yürünebilir bir yol olarak kalırdı hayat. Belki hiç olmasan, tutunacak bir kulbu olurdu dünyanın. O zaman rüzgarın güven vadettiği tehlikeli bir yolculuğa çıkardım, olmayan seni de yanıma alarak yanıma. Bulduğum ilk salıncakla... Dünyanın bir o ucuna, bir bu ucuna koyarak başımı... Ağlamanın bir namusu olurdu o zaman. Biz geleceğin çocukları için... Belki kendi yalanaından büyümesen, içimde su ve güneş sunarak ben filizlendirebilirdim seni. Hep yokuz oysa şimdi, bir hiç kadar yokuz. Bütün canlılığımızla yokuz şimdi. Sen, olabildiğince olmayarak, gözlerin kadar uzak yerlere gittin. Ben, bütün karanlık tonlarımla kaldım burada; açarak kollarımı ve sarılarak; tenime çürümeyi fısıldayan o bitimsiz, soğuk toprağa... Durmadan ölüme koşarak... ilk defa bir kelime olmaktan çıkıp bana doğru gelen ölüme...İşte öldüm. Ne iyi ettim ölmekle, Sen daha iyisini yaptın benden önce ölmekle. Aslında beni de öldürmüştün ölürken. Ben sende öleli çok oldu...

...

                                                                                                                   Gökhan Özcan/Hiçbişey/Ağustos 90' 

27 Ağustos 2017 Pazar

Çizgi...


. . .

-hey!
sen
bumerangın elleri
tutuklusun bumerangına
kara bir örtü
beyaz uzun benekli
bazen, bir çene
bir çene kalıplı onparmak
onbin tel örgü renginde
hissedilir
ve karıştığı sanılabilecek
sicim yağmalı siyah saç.
bir kronometre
örselenmiş çarmıha gerilerek
bir kronometre ruhu.
dişlerin arasında yapışkan bir çiklet
   ve istek
   ve çürüme.

bunların hepsi
kalmayarak hiçbiri
bir çizgi!
-nasıl?
-şöyle
--------------------
-nasıl nasıl?
-yani üst ölçekli bir uçak gözlüğünden geçiyor
-tamam
-öyleyse
ucundan tut ve yürü
upuzun
ve hep
ve çok
ve sapmadan
ve kıvrılmadan
ve dümdüz
ve dışına taşmadan
-taşmadan?
-evet taşmadan
bir başka adam gördün mü
                                         çizgide
                                                   yürüyen?

-?
-öyleyse
görünme kimseye sen de
-tamam
-bu yetmez
şimdikoşulacakköşeler aşılacakköşele rgeçilecekk öşeler...

yani:
--------------------
-nasıl?
-kartal gözüyle
ve her şey kadar
çizgi:
kronometresesi
uyku
ışıkgünkaranlıkgece
bütün vs.ler
bütün vs. değiller
vs.

. . .
                                                                               GÖKHAN ÖZCAN/Hiçbir şey/çizgi-1

8 Temmuz 2017 Cumartesi

HUZURSUZ ANTOLOJİSİ-8


Hafifçe ısırılmış bir elmanın dilimindeyim
Elmanın kokusundayım
Anısındayım -kimbilir kimin-

Anılarda görünür, düşlerde görünmez insan
Düşlerde görünen anlamlardır
Özelliklerdir bir de belli belirsiz

Ve insansız anı yoktur.
Var mıdır?

                                                                                      Edip Cansever

4 Haziran 2017 Pazar

SATÜRN RADYOSU ŞARKILARI-7

Radyolarda güzel şarkılar çalmaya devam ediyor, okunmamış bir ton kitap raflarda bekliyor, filmler var mesela ve daha da olacak, bir de şiirler tabi...hepsinden de önemlisi Allah var.

Uzun bir aranın ardından radyoda çalan; Stravos Lanstsias. 1966 Lefkoşa doğumlu. Bir yere gitmeden önce oranın yüreğe dokunan insanları araştırmak, çocukluklarının geçtiği yerleri bulmak ve oralarda yürümek gibi bir alışkanlık edindim kendime bir süredir. Buhran dönemimde Lefkoşa'ya yerleşmenin kıyısından döndüğüm bir süreçte araştırırken keşfettim bu ağabeyi. Hiç gidemesem de sayesinde, bazı akşam yürüyüşlerinde Lefkoşa'nın eski taş sokaklarında  yürüyormuşum gibi hissetme şansım oldu. Bazen kulaklığımda çalarken, sokakta insanlar azalıyor, ışıklar sönükleşiyor. Akdenizin ortasında, ortasından ikiye bölünmüş  bir adada, tek başıma bin yıllık sokaklarda yürüyormuşum gibi oluyor. Tuhaf... Büyü gibi bir şey.

  Vangelis'i ilk dinlediğim günden itibaren ne zaman piyano başında bir komşu görsem, iyi bir şey çıkacağını hissederim.