7 Ekim 2017 Cumartesi

Abdalca Günceler - 1



 Bir süredir amansız tutarsızlıklar içinde debelenip duruyorum. Teknolojinin nimetleri üzerinden eve ekmek getirirken, bir yandan ruhumda, her fırsatta teknolojiden en uzak yerlere kaçma arzusu duyuyorum. Teknolojik şeyler üzerinden kazandığım parayı kısacık molalarda beni teknolojik şeylerden daha uzağa götürebilsin diye sırt çantası, mat, uyku tulumu gibi kamp/trekking ekipmanlarına yatırıyorum. En çok da bol eğimli, yüksek yerlere götüren parkurlar cezbediyor beni. Üstelik yürümenin, özellikle doğada yapılan yürüyüşlerin insan ruhu için bilimsel olarak kanıtlanmış bir tedavi yöntemi olduğu da söylenir. Bu yönüyle, ruhun duyduğu bu arzunun "Allah kendi hira'sını bulan herkesle konuşur. " düsturunca kendi Hira'sına dair bir arayış olduğu bile söylenebilir. Biraz fazlaca kişisel olacak ama, bu arayış süresince karşılaştığım, hissettiğim bazı özel halleri zaman zaman buraya aktaracağım sanırım. Bu ilk yazıya özel giriş kısmından sonra asıl mevzuya gelelim.

   Yüksek yerlere tırmanmak, zirvelerde bulunmak sanılanın aksine insan egosunu okşayan bir eylem değil. "Zirve sadece bir metafor." demiş ünlü bir dağcı. Tam tersine zirvelerin insana hissetirdiği o kendine has aczlik duygusu, insan egosunu paramparça ediyor. Sis çökmüş yollardan ağır ağır yükseklere tırmandıkça; kaygılar, hırslar, hevesler içinde çırpınıp durduğun o dünya geride, ufukta küçüldükçe küçülüyor. Bir noktadan sonra, geriye dönüp o küçücük belli belirsiz düzlüklere baktıkça ne kadar küçük şeyler için debelenip durduğunu, enerjini ne kadar küçük şeyler için tükettiğinle yüzleşiyorsun. Yorgunluktan, su toplamış ayakların artık ağır ve varlığına her adımda iman ettiren hissedilebilir organlara dönüşüyor. "Şu gevşek kayaya basma", "şu çiçeği ezme" diye her adımın muhasebesini daha atmadan önce yapıyor, Soluduğun nefesi artık soğuk, somut bir şey olarak hissediyorsun. Başka bir havayı soluyor artık insan. Yükseklere tırmanırken ölüm anında ruhun bedenden ayrılıp, yükselirken geride bıraktığı bedeni ve yaşamı görmesi gibi... Öyle özel bir duygu dünyasına, derinliğe ulaşıyor insan. Bu dünyaya dair her şey yavaş yavaş uzaklaşıyor, küçülüyor, sonra silikleşiyor. Sonrası başka bir alem. İnsanlığın her döneminde, her inanış biçiminde yalnızca yüksek yerlerde, zirvelerde hissedebildiği bu özel duygu, derinlik, temelde acizliğiyle yüzleşmesi ruhu arındırmanın, egosundan kurtulmanın bir yöntemi olmuştur. Evliyaların, azizlerin, keşişlerin yüksek dağlarda manastırlar inşa etmesinin, peygamberlerin kutsal dağlarda yaşadıklarının muhakkak bir hikmeti olmalı. Musa aleyhiselamın Tur dağında, Efendimiz'in(S.A.V) Arafat'ta Rabbiyle buluşmasında, Nuh Aleyhiselam'ın Tufandan Cudi'de selameta kavuşmasında ortak bir hakikatin izleri varmış gibi geliyor bana. *SatürnSakini

2 Ekim 2017 Pazartesi

Bulunmuş Ceset




önce müzik: tık tık
. . .

İşte öldüm. Ne iyi ettim ölmekle. Sen güzelim, daha da iyisini yapmıştın benden önce ölmekle. Aslında beni de öldürmüştün ölürken. Yani ben sende öleli çok oldu güzelim. Bende ölmem gecikti sadece. Rötarlı ölüyorum. Yıkıntıyı taşımak bugüne kaldı işte. Günlük işler...biliyorsun. Sesssizliğin iflah olmaz sırdaşıyım, tanımadın mı? Hani masallarda devleri tutan...Evet, evet yerde ölmemiş gibi yatan... Evet canım, sende hiç olmamış gibi yatan... Benim!. Butlan!.. Tanımadın mı? Bak, işte koyu renkli bir ölüm, tiz kahkahalarıyla dolaşıyor üzerimde. Ucu sivriltilmiş sözcüklerle kazındı "Sen İçimizdeki Yabancısın" ibaresi, bak!.. İşte güzelim, işte bak!.. Herkes görüyor; yalnızlığım bir başkasının yalnızlığı biçiminde!.. Sen gecelerimdin. Tek başınalığımdın benim. Kaybettim seni. Düşürdüm parmak uçlarımdan seni. Ve hep kendimi... Kendimi... Biliyorsun, yalnızlığın tozlu yolları vardır. Kaybolmaya giden yolları vardır yalnızlığın. Beraber bir yalnızlığı büyütmüştük unuttun mu? Bir yalnızlığı yürütmüştük beraber. Unuttun mu? Ne kadar unutkan olmuşsun. Bana da ver, bana da öğret unutmayı biraz. Hiç unutamıyorum ben güzelim. Özellikle yağmurlu havalarda unutamıyorum. Romatizmal bir unutmazlığım var. Unutmak ne güzel olurdu oysa. Gerçekten güzel olur muydu acaba unutmak? Nasıl ölürdük o zaman? Bak en çok ölememekten korkarım ben hayatımda. Ne deliksiz bir kabus olurdu ölümsüz hayat. İnsanlar tarafından, en titreyen yerlerinden kemirilerek bile olsa, ölmeli bir gün insan. Yok ille de ölmeyecekse o zaman hiç büyümesin. Bir tek çocuklara yakışmıyor çünkü ölüm. Çocukluğa... Çocukluk güzelim, hatırla!.. Açık havada geçirilmiş tek parçasıdır ömrümün. Her ne kadar hayat, iğreti dursa da bütün kısa pantolonlarımızın üstünde ve her ne kadar küçük ellerimizle, bir ömre yetecek kadar gözyaşı döküyorsak da gözlerimizi silerken her defasında... Hayır güzelim, biz büyümeyi haketmemiştik! Yakıştıramıyorum büyümeyi kendime. Çok daha katlanılmaz şimdi; yok gibi hafif bir rüzgarın saçlarımı elleriyle tarayıp toprağa böylesine eski bir günde, bir kitaptan okumak her şeyi, çok daha zor... Her sayfada, ip atlayan uzun saçlı bir kız çocuğu görünüyor. Durmadan atlıyor zamanın ipini yıllarca. O yukarı sıçradıkça, saçları ve etekleri ve zamana söyletilen başka her şey, dalgalanıyor ve sanki bedenimde bir küçük yürek çırpınıyor... çırpınıyor. Rüzgarın yalnız köhne kapılara bağışladığı sesle bir küçük tahta arabacık, bozulup düzeliyor... bozulup düzeliyor. Sonra büyüyorum nedense; kocaman büyüyorum. Korkularımla öyle çok yer kaplıyorum ki yeryüzünün karanlık boşluklarında; kötülüklere kaçacak delik kalmıyor. Onlarda ne yapıyorlar biliyor musun güzelim? İçime giriyorlar. Gözlerime bir deniz korkusu iniyor hemen... İçimde bir boşluk dönencesi peydahlanıyor. Uzayla başbaşa kalıyorum. Yalnız... İçinden yokedilen çınarlar gibi ulu bir saçmalık oluyorum döne döne. Bir kere görünüp çekiliyorlar dışımın bütün korkuları. Yalanlarıyla ve samanlarıyla... Dışımda hiçbir şey kalmıyor. İçimde her şey... Sanki güzelim, Korkular Krallığı cüretkar şovalyeleriyle yavaş yavaş ele geçiriyor bedenimi. Her yöne yerinde sayan kaçışlar gönderiyorum. İçimi serinletecek hiçbir haberci geri dönmüyor. Ya da belki korku olup geliyorlar üstüme. Her şey gözlerimde olup bitmiyor mu zaten? Gözlerim, yokluğun parlak yüzeyinden yansıyan yalan ışıkların peşisıra  durup, bir hayata bir ölüme bakmıyor mu durmadan. Bir hayata... Sonra bir de ölüme... Kaybolmaktan korkarak... Ama sen yine de yabana atma bu gözleri. Bu gözler güzelim, köşede suskun oturan bu gözler, neredeyse bir ama kadar çok şey görmüştür. Çaresiz, ölümde karar kılmış gözlerin sözünü dinliyor bu beden. Hep sana gelirken ölüyorum. Kendi ölümüme takılıp... Ama sen sakın üzülme güzelim. Alışığım ben ölmeye! Hayatına, usulsüzce kara selviler yerleştirilmiş çocuğum ben. Sanki her şey çıkartma kağıdındanmış gibi... Öyle kolay ve öyle sıradan... Bütün önemsizler gibi zehirli ve içinde bir tırmalanış taşıyan... İşte ölümüm de öyle bir yengeçti güzelim, yuttum onu! Sen hep başkalarının ldüğünü sanan sırça bir gururdun o zaman. Yanında günlerce ölüp durdum, hiç haberin olmadı. Aslında benim için bile tam anlaşılır değildi ölüm. Hayatı, ayrılan kontenjanın boşa gitmemesi için dünyada bulunmak diye biliyordum. Ölümse, sanki bir şeyi tamamlamaktı. Durmadan ölerek, gerçek ölüme vardım şimdi. Ölüm bizim acıklı serüvenimizdi güzelim, durmadan akıyor ve kendi yokluğumuzu dolduruyorduk. Yokluğumuzda varoluyorduk. Biz, ölümü ayaklarına dolanan hüzünlü insanlar!.. Hayır, senin ölümün hiç öyle olmadı güzelim! Varlığından yokoluverdin sen, uçtun elimden. Sadece bende öldün sanki. Öyle ya, belki sadece bende yaşamıştın. Bunun için bu kadar kolaydı seni kandırmak seni. Öyle çok gülmüştümki örneğin, anlamamıştın gülmediğimi. Hep senin isteyebileceğin yerde durmuştum. Ne olurdu bir iyilik de sen yapsaydın? Isıtıp kolları olan bir insan verseydin bana. Senin yerine geçecek bir insan. Şimdi güzler boyunca üşüyüp duracağım sensizliğimden. Güzler sensizleri gören mevsimlerdir. GÜZler ELİM mevsimlerdir. Hele sen GÜZ kadar hüzünlü, EL kadar uzak, İM kadar yoksan. Kimsesiz ölüler çok üşür güzelim, çok üşür ölüler. Toprak sadece örten bir şeydir. Isıtmaz. Güzler her şeyi bilen mevsimlerdir. Neyse... Aldırma bir hovarda ölünün sözlerine sen. Can çıktı, huy gecikti işte güzelim. İğnelerim kaldı. Dediğin gibi,, kirpi gönüllüyüm ben. Seni hep diken üstünde yaşattım. Ne olurdu gönlüm biraz daha konforlu olsaydı... Belki hiçbir yere gitmez, hiçbir yere ölmezdin o zaman. Hayır! ikimiz de biliyoruz; imkansızdı bu. Bir kere benim gönlüm eski tipti. Yeni gönüller gibi ayarlanabilir değildi. Ayrıca sen de pek çaba göstermedin onu ikna etmek için. Mehtabı kırpmak istemiştim senden. Yıldızlar yapmanı... Gönlüme batıracaktım onları. Karanlığını alacaktım içimin. Senin için kandıracaktım gönlümü, Yapmadın. Sadece öldün. Gözlerimde bir ölümü çoğaltarak öldün sadece. Tıpkı bir yalanı büyüterek varolduğun gibi önceden. Kendi yalanını... Oysa ben, hiç değilse, içimden gelen yalanlarla kurmak isterdim yapını gözümde. Her zaman biraz sabun köpüğü gibi inanılmaz ve ivaedi kalacak... Her insan için ayrılan "Anlatılamazlar Kontenjanına" kaçırmak isterdim seni. Bu kontenjan bir miktar arttırılmaz mıydı? Madem çıplak giremiyorduk; o zaman hiç değilse bu tutulmaz elbiselerimizle kabul edilemez miydik? Ne olurdu biraz çekilseydik dünyadan? Ne olurdu; dünya kara külahlı ihtiraslara, çöp kaçkını mutluluklara ya da açılıp küçültülmüş hediye paketlerine kalsaydı? Dünya, içlerine rutubetli emeller tıkıştırılan bavullara dönseydi? Ne benim, ne bendeki senin izi kalmasydı; yanmasaydı puslu görüntülerimiz camlarda? Ne olurdu? Bir eline varlığını, diğer eline yokluğunu alarak dolaşmasan beynimin içinde, karıştırmasan kafamı, düşüncemi, gözlerimi... Ne olurdu? Belki yürünebilir bir yol olarak kalırdı hayat. Belki hiç olmasan, tutunacak bir kulbu olurdu dünyanın. O zaman rüzgarın güven vadettiği tehlikeli bir yolculuğa çıkardım, olmayan seni de yanıma alarak yanıma. Bulduğum ilk salıncakla... Dünyanın bir o ucuna, bir bu ucuna koyarak başımı... Ağlamanın bir namusu olurdu o zaman. Biz geleceğin çocukları için... Belki kendi yalanaından büyümesen, içimde su ve güneş sunarak ben filizlendirebilirdim seni. Hep yokuz oysa şimdi, bir hiç kadar yokuz. Bütün canlılığımızla yokuz şimdi. Sen, olabildiğince olmayarak, gözlerin kadar uzak yerlere gittin. Ben, bütün karanlık tonlarımla kaldım burada; açarak kollarımı ve sarılarak; tenime çürümeyi fısıldayan o bitimsiz, soğuk toprağa... Durmadan ölüme koşarak... ilk defa bir kelime olmaktan çıkıp bana doğru gelen ölüme...İşte öldüm. Ne iyi ettim ölmekle, Sen daha iyisini yaptın benden önce ölmekle. Aslında beni de öldürmüştün ölürken. Ben sende öleli çok oldu...

...

                                                                                                                   Gökhan Özcan/Hiçbişey/Ağustos 90'