8 Kasım 2019 Cuma

Cana'da Düğün, Bana da Düğün.


   

    Cana'da Düğün, rönesans ressamlarından Paolo Veronese'e ait bir tablo. Louvere müzesinde Mona Lisa ile karşılıklı duruyormuş. Resim İsa'nın, krallar ve kraliçelerin davetli olduğu zengin bir düğünde, şarabın bitmesi üzerine suyu şaraba dönüştürdüğü mucizeyi tasvir ediyormuş. Bense bir düğün salonu garsonu olarak, nispeten daha basit bir düğünde biraz toz içecekle suyu limonataya dönüştürürken kimsenin tasvir etmeye değer görmediği bir tablonun parçasıyım.

            Yere atılmış çerez kabukları, masalara dökülmüş meşrubatlar, memleketin katledilmiş türkülerinin, yine memleketin en berbat sesli adamları tarafından işkence mağduru gibi bağıran bir org eşliğinde söylendiği bir tablo... Yetmiyormuş gibi tüm bu gürültünün, kutu kadar salona Pink Floyd'un Wembley konserinde kullandığı kadar büyük bir ses sistemiyle verilmesi de cabası... Bu arada bir düğün salonu garsonunun Pink Floyd dinlemesinin insanlara tuhaf gelişini bir parça anlıyorum ama duvardaki başka bir tuğla olabilmek için gittiği özel okulda "The Wall" tişörtü giyenlerin neden insanları daha az rahatsız ettiğini anlamıyorum. Hem bakmayın bu halime, dışarıda benim de "The Wall" tişörtüm, taşlanmış kotlarım filan var. Ama yalnızca akşam olup, güneş batınca beni, kısa kollu beyaz gömleğim, üzerine siyah papyonumla fonda Lorke çalan bir salonda garson olarak gören insanların, bu dönüşümümden habersiz olmaları çok doğal. Dönüşüm derken, hani şu Kafka'nın Gregor Samsa'sı gibi. Zavallı Gregor, eminim ona da dönüşümü bu kadar acı vermiştir. Şaşırmayın efendim, düğün salonu garsonları da, düğün salonu garsonu olmadıkları zamanlarda Kafka okur...

            Abartılı makyajlar, bir hipnoz deneyinde rastgele hareket eden renkli noktalara benzeyen rengarenk giyinmiş kadınlar, yarısı sönmüş balonlarla yapılan süslemeler, duvarlarının bir kısmı rutubetli olan düğün salonuyla tuhaf bir şekilde görsel bir bütünlük oluşturuyor... Kötü bir yerel ressamın soyut bir resmi olsaydı bu, adı uyumsuzluğun uyumu olurdu herhalde. Tarif edilemez yapay bir atmosfer... Sadece bardaklar, çatallar değil, her şey plastik gibi, davetliler bile...Oğullarına kız beğenmeye gelmiş teyzelere kendini beğendirmek için saatlerce süslenen kızlar dahi o kapıdan girince tüm güzelliklerini kaybediyor. Cannes'da Kristen Dunst'ın giydiği kıyafetin birebir benzerini giydiğinden habersiz kız, balonlarla, fon kağıdıyla süslenmiş, ortalıkta veletlerin koşuşturduğu bir düğün salonunda, fonda o çekilmez org sesi varken ne yaparsa yapsın daha kapıdan girerken buharlaşmaktan kurtulamıyor. Hele o Adile Naşit fiziği ile, her hallerinden bir kaç sene önce aldıkları ve yalnızca düğünden düğüne giydikleri belli olan pullu parlak elbiselerine zorla sığdırılmış orta yaş üstü teyzeler, bu suni eğlencenin en neşelileri. Bir an bu teyzeleri görünce aklıma Requim For A Dream filmindeki Sara geliyor. Rüyaya Ağıt... Rüyaya Ağıt... O an boğazınıza sert bir şey oturup kalıyor, yutkunamıyorsunuz. Masada devrilmiş bir plastik bardağa saplanıp kalıyor bakışlarınız bir yerden sonra. Bardaktan süzülüp, masanın kenarından damlayan o sarı meşrubatın tek tek damlayışını izliyorsunuz. Bütün salondaki o konuşmalar, kahkahalar, gürültülü müzik tam o anda duyulmaz oluyor. Zaman yavaşlıyor ve masanın kenarından damlayan meşrubatın ritmine ayak uyduruyor sanki. Sanki yere düşen damlanın sesini duyabiliyorsunuz. Her damlada içinizde bir öfke kabarıyor. Hababam sınıfının yıl sonu eğlencesinde Ferit'in çocuğuyla salona giren okul müdürü gibi "durdurun bu rezaleti" diye haykırarak bitirmek istiyorsunuz bu berbat tiyatro oyununu, bıçak gibi kesmek istiyorsunuz tüm bu sahteliği ama olmuyor. Biri dürtüyor omzunuzun arkasından "yeğenim bizi bi çek bakalım" diyerek bir telefon uzatıyor size yerinden kalkmadan. Suratının orta yerine yumruğu indiremiyorsunuz orada. Çünkü oğullarını, kızlarını, yeğenlerini filan evlendiriyorlar. Bu onların en mutlu günü ve hepsini memnun etmek zorundasınız. Gülümseyerek bir de
"bu taraftan çekeyim" diyorsunuz. Bir bok olacağı yok ama onların fotoğrafta güzel çıkmasını istediğinizi, bunu önemsediğinizi göstermeniz gerek. Salonun tenha bir köşesinde bir hanım küçük çocuğunu, boş meşrubat şişesine işetmeye çalışıyor, tuvalette çok sıra var çünkü. O sidik kokan pis şişeyi de süpürmek zorunda kalacak olmanıza rağmen bir şey diyemezsiniz. Çünkü gidip birazdan geline çeyrek takacak bu kadının, altınını takarken keyfinin kaçmamış olması gerek. Bu görgüsüz sarhoş sürüsüne uşaklık etmek ne kadar ağır gelse de, sizi sigara almaya gönderen sığırın bile gönlünü yapmalısınız. Üstelik biraz temiz hava alabilmek için tek şansınız. Masalar ve mutfak arasında atılan on binlerce adım, ayağınıza vuran kundura, saatlerce ayakta durmaktan taş gibi kesilmiş sırt...

            Düğün bitiyor. En sona sarhoşlar kalmış. Bir ellerinde onların ceketlerini taşıyan, öbür elleriyle kollarına giren yaşça daha genç adamların omzuna, terden sırılsıklam gömlekleriyle yaslanarak salondan yavaş yavaş çıkıyorlar. Diğer yanda, tek bir org ve bir vokalden oluşan orkestra, ses sisteminin kablolarını topluyor. Ben ise yere dökülen meşrubat, çerez, patlamış balon parçaları ve yırtılmış fon kağıdından oluşan enkazı süpürürken, bir yandan Veronese'ın Cana'da Düğün tablosunda efendisine şarap sunan siyahi köleyi düşünüyorum. Acaba içinden genç çifte mutluluklar dilemiş midir?

*SatürnSakini

29 Temmuz 2019 Pazartesi

100 puanlık uzmanlık sorusu


lüzumsuz sorularla meşgul etme beni
üç bin iki yüz küsür yıl önce zayi eyledim cevapları
nergis kokusu, ölüm korkusu
ve yaşamak arzusu arasında bir yerde

lüzumsuz sorularla meşgul etme beni
konut kredisi faizi hesaplarken
avrupa tatiline gitmek için yuronun düşmesini beklerken
ve 268 parça porselen yemek takımınla kayınvalideni ağırlarken
ve seni çiçekle geçiştirip sana hiç şiir yazmamış o adama
akşam ne yemek yapayım diye sorarken...
sahi bundan daha lüzumsuz bir soru olabilir mi?

sorup durma işte!
üzgünüm, bu konuda sana yardımcı olamam.
aslında birbirinden bağımsız ikisi.
mütemadiyen üzülmek halim, sadece bu defa sana yardımcı olamayacağım bir âna da denk gelmiş olabilir,
neyse bu başka bir yaranın konusu,
aslında itiraf edeyim, sana nasıl yardımcı olabilirim bilmiyorum. Yardıma muhtaçken zatı şahanem.
müşteri temsilcin değilim ben,
oysa bir iyelik ekiyle tarafına zimmetlenmiş başka bir çok şey olabilirdim.
yine de tüm görüşmelerimiz ve belki görüşmemelerimiz dahi
çoktan kayıt altına alınmıştır, ruz-i mahşerde.
pek lüzumlu, mühim sorular olarak karşımıza çıkacak muhtemelen,

o yüzden lüzumsuz sorularla meşgul etme beni
hatta lüzumsuzsa söndür tüm ışıkları
karanlıkta kime istersen ona benzer herkes nasılsa
çok önceleri bir teselli cümlesi olarak söylemişti birisi
gerçek olmaması için çok dua ettim, hem de karanlıkta.
aslında sormak istediğim çok şey var.
Bir "Nasılsın.." mesela...
Lüzumsuz olmasından çok korkuyorum.

bazı sorular, bir cevaba ait değildir oysa.
mühim olan sorulabilmesidir,
kendi kedine müsait bir cevap bulur.
cevabın üzerine kıvrılıp uyur mırlayarak. (buradan çok güzel bir müezza hikayesine bağlanabilirdi aslında)
mühim olan sorunun ne kadar lüzumlu olduğu muhakkak.
ama çoğu zaman ayırt edemiyorum elzem ile mülzemi
üzerine yapışmış bir mülzemlikle yaşamanın ağırlığını sorsaydın mesela
çok yerinde bir soru olurdu.


*SatürnSakini

26 Mayıs 2019 Pazar

Sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir.

Rivayet o ki, Behzat amirimin dizisi geri dönüyormuş. Nedense içimde eski tadını vermeyecekmiş gibi bir his var. Genelde öyle olur. bu tip işler bir iç kabz halinin kabuğunu kırması ile peyda olur. Sonra her şey zamanla bozulur gider. Ne diyorlardı adına; "entropi."  Belki de ben eski tadımda olmadığım için artık tekrarı yapılan, yitirilip geri dönen hiçbir şey bana eski tadı vermiyor.



 İlk kez bir kabz halinin kabuğunu kırması ile okumaya başlamıştım Afilli Filintalar'ı. İlk kez orada tanıştım Emrah Serbes ile. Pek tanınmış biri değildi, bir iki polisiye romanı yayınlanmış, Afilli Parçaları birleştirmekle meşgul bir adamdı. Tabi o zamanlar Behzat amirim henüz Erdal Beşikçioğlu suretine bürünmemişti. Sonra Behzat Ç. Erdal Beşikçioğlu suretine büründü, görünür oldu. Emrah Serbes afilli parçaları yarım bıraktı. Onun hikayesi bambaşka bir yere evrildi. Belki kaldıramadı bu popülizmi, belki hep böyle bir adamdı bilmiyorum. Belki onun kabz halinin kabuğunu kırması onun hakkında pek hayırlı olmadı. Her temas iz bıraktı ve hikayenin gerisi bildiğiniz gibi. Belki benim kabz halinden çıkışımda benim için pek iyi olmadı. Belki kamil bir insan olmanın "o hal" üzere sabit kalabilmekle doğrudan bir bağı vardı.

Zaten sürekli mutlu olamaz bence insan. Sürekli mutlu da olmamalı, olamamalı. Şimdilerde bu çok matah bir şey gibi anlatılıyor. İnsanın her an mutlu olmaması tedavi edilmesi gereken bir hastalıkmış gibi. Başarı sürekli mutlu olmakla ölçülen bir şeymiş gibi... Sanki sürekli gülmeye mecburmuşuz gibi, her acımızı unutmakla daha iyi insan olacakmışız gibi... Sanki herkes tesirli bir uyuşturucunun etkisi altında gibi umursamaz. Acı çekmiyor, canı yanmıyor, hissiz. Her acıdan, her yaradan bir an önce kurtulup yoluna devam etmek, fotoğraflarda gülümsemek ya da sadece gülümseyen fotoğraflar paylaşmak hayatın amacıymış gibi. İçten içe kendimizi bile inandırmayı başarabildiğimiz bir sahtelik var sanki bu işte. Ne diyordu Calvino abimiz, bir süre sonra bu sahtelikle o kadar bütünleşiyor ki insan, onu hakikatin yerine koyuyor, Hakikat olabilir mi bu gerçekten? Acı çekmiyorsa, hissizleşmişse, ağlayamıyorsa karanlıkta ve yalnızken, bir sonraki kırmızı ışıkta unutabiliyorsa, bir önceki trafik ışıklarında boynunda açım yazısıyla dolaşan en fazla 6 yaşındaki çıplak ayaklı çocuğu.... Bir terslik yok mu bunda? Oysa acı çekmek iyidir bazen, insan olduğunu hatırlatır insana, yaşadığını hatırlatır. Derin bir acıdan sonra gelen gülümsemenin o sıcacık, insanın içine sığmayan o duygusunun, fotoğraflarda somurturken çıkmaktan kaçınmak için taktığı maskeden daha değerli olur. 

 Elbette kara bir karamsarlıkla hayatı zindan etmemeli insan. Ama hayat hala yaşamaya değerse, değerliyse, hala o sahte sarhoşluğa kaptırmamayı başarabilmişsek kendimizi, acısıyla da, sevinciyle de, o an yaşanan hakikat neyse onunla yüzleşebilmeli..Acı çekmesi gerekiyorsa o an, acı çekmeli insan, değer verdiği bir şeyleri yitirdiğinde, haksızlığa uğradığında, canını yandığında mesela...Hem belki acı çekmezse yitirdiğinde, değer verdiği şeyleri yitirmemek için mücadele de etmez, haksızlık karşısında susup, boynunu büker ve bu bir süre sonra normalleşmeye başlar. Veya o an mutlu olunması gerekiyorsa mutlu olmalı.Yeniden bulmuşsa yitirdiği bir şeyi, görebiliyorsa hakettiği değeri, bir lütuf gibi sunulmuşsa ona sıcacık bir huzur.

O yüzden Behzat amirin o karamsar, tutunamayan tarafında hep kendime yakın bir şeyler bulmuşumdur. Harun'un, Akbaba'nın, Hayalet'in yaralı taraflarında, tüm tutunamayanların hikayelerinde olduğu gibi beni çeken bir şeyler oluyor hep. Sabahattin Ali'nin Raif efendisi, Anayurt Oteli'nin Zebercet'i, Mecidi'nin Baran'ı, Tehlikeli Oyunlar'ın Hikmet Benol'ü, Tutunamayanların Selim Işık'ı, 8 gün'ün Ali'si, belki daha çok Zeyneb'i, Yozgat Blues'un Yavuz'u, Nesli Çölgeçen'in Züğürt Ağas'ı, Lütfü Akad'ın Gelin'i, Bukowski'nin Henry Chinaski'si liste daha uzar gider... Belki bir ara bende tüm bu isimleri bir araya toplayıp bir kaybedenler kulübü hakkında bir iki şey karalarım.


*SatürnSakini

23 Nisan 2019 Salı

SATÜRN RADYOSU ŞARKILARI-10

Sene 2007'nin sonları bolca Iron Maiden, Metallica dinlediğimiz dönem, ergenliğimizden yeni yeni kurtulmuşuz. Hızlı ve sert müziğin aslında en iyi müzik demek olmadığını öğreniyoruz  yavaş yavaş. Ancak ergenliğin garip melakolisi devam ediyor, çok uzun yıllar da içe dönük bir kişilik olarak tezahür edecek ve bırakmayacak yakamızı. Telefonlar artık polifonik olmaktan çıkmış, baya mp3 formatında müzikler yükleyebiliyoruz. Mp3 çalarlarda, telefonlarda bolca Opeth, Anathema filan var. Yerlilerden de Redd diye bir grup bulmuşuz, çok uzun yıllar melankolimizle arkadaşlık etmeye devam edecek ama o zaman biz bundan habersiziz. Sonra başka bir şehir, sonra üniversite yılları, sonra...Sonrası epey karışık.


16 Şubat 2019 Cumartesi

SATÜRN RADYOSU ŞARKILARI-9


Sene 1913...

-80.000 sokak köpeğinin İstanbul sokaklarından toplandığı ve bu elim olaydan sonra Hayırsız Ada olarak anılacak Sivri Ada'ya terkedildiği yıl. Babamın gençliğinden kalan sarı saman kağıdına basılmış bir Sartre kitabında karakterlerden biri bu olaydan şöyle bahsediyordu; "Onları sokaklarda tuzağa düşürmüşler, çuvallara, sepetlere koymuşlar ve sonra ıssız bir adaya bırakmışlardı. Köpekler birbirlerini yiyorlardı. Açık deniz rüzgarı onların bağırışlarını denizcilerin kulaklarına kadar getiriyordu. "

-Halk bu zalimliğin hep bir uğursuzluk getireceğine inanmış. Yoksulluk zaten diz boyu... Beklenen uğursuzluk gelip dayanmış. Balkan Savaşı...

-Tüm bunların ortasında Selanikten, İstanbul'a göç eden Hikmet Bey ve Raziye Hanım'ın 4 erkekten sonra bir kızları dünyaya geliyor. Hikmet Bey ileri görüşlü bir adam. O yılların mahzunluğuna inat, bu kız çocuğuna, tüm kız çocuklarına umut olması adın Seyyan adını veriyor. Seyyan eşitlik demek, küçük Seyyan'ın kardeşleri ile aynı haklara, eşit gelecek fırsatlarına sahip olmasını umut ediyor belki de...

   Bu belkide dünyanın en güzel sesli kadınlarından birinin buruk mu desem, tevazu dolu mu desem bilemeyeceğim ama garip bir hüznün çekiciliğini taşıyan ve kesinlikle derin bir saygı uyandıran hayatı beni şarkısı kadar derinden etkilemiştir. 16 yaşında şarkı söyleyen bir genç kız, alkol, bağrışmaların olmadığı sanki sinemadaymışcasına derin bir sessizlik içinde kendilerini bu büyüye bırakan, şarkılar dinleyen bir toplum kültürü... Genç solisti sahne alacağı yere kadar elinden tutarak götürüp getiren, onu en önde dinleyerek onunla gurur duyan bir anne.

 Sonra genç sayılabilecek yaşta bir evlilik.Bu büyülü sesin adlarını söylediğini duymayı hayal eden musiki cemiyetlerinden, sahneye çıktığı yere gelen eski İstanbul'un asilzade ailelerinden onlarca talibi varken gönlünü genç bir teğmene verir Seyyan hanım. Sonra onun görevi gereği peşi sıra gezip durur Anadoluyu. Şimdilerde bize ulaşan bir kaç şarkısı da, Sarıkamış'ta ikamet ettiği yıllarda ailesini ziyaret için İstanbul'a geldiği tatil dönemlerinde kaydedilmiştir.

Kendini inandırdığı bir teselli mi yoksa herkesin gözlerini kamaştıracak parıltı dolu bir hayata karşı , onun getireceği mutluluğun çok çok üzerine çıkmış olmanın verdiği vakur bir huzurun ifadesi mi bilmiyorum. Artık tamamen uzaklaşmışken, 80lerde tesadüfen dinlenen bir plaktaki büyülü sesin peşine düşen bir gazeteci ile yapılan bir röportajda;"O başka bir hayat tarzı gerektiriyordu. Annemle beraber giderdik, sonra onla beraber dönerdik. Oradan beni ayıran mekan değil oradaki hayat tarzına ayak uyduramayışımdı"diyor.

Çok acayip yıllarmış...

Tüm ayak uyduramayanlara gelsin...




Bonus: Güzel bir yorumu da Volkan İncüvez'den gelmiş.



20 Ocak 2019 Pazar

Huzursuz Antolojisi-10

   Bu ara hiç ayarım yok. Bir dağdayım, bir şehirde...  Bir bakarsın parlak bir akdeniz güneşinin altında mandalin bahçelerine nazır bir baraj gölünün kıyısındayım, bir bakarsın sarp kayaların zirvesinde -20 derecede bir rüzgar türbinin tepesinde. Hiç iyi değilim. Günde 3-5 saat ancak uyuyabiliyorum, 3-5 gün öncesine kadar ağzıma sigara sürmezken, günde 3-5 paketi buluyor şimdi. Gün ortasında abuk sabuk rüyalarla uyanıyorum. Bazen üçüncü sınıf bir belde otelinin soğuk bir odasında, bazen bir benzinlikte arabanın içinde aynı rüyayla uyanıyorum. Bir bir çıkıveriyor üzerini çizdiğim, gömdüğüm ne varsa. Hayrolsun diyorum, hayrolacak ne kaldıysa. Yine de kızamıyorum, Böyle bir sıkıntıda sanki ama ellerim uzanmaz toprağın altına...  Eskiler böyle durumlarda canı rahmet istedi derler. Bir hayır işlerler onun adına, bir sadaka filan verirler, bir garip doyururlar. Öyle yapmalı belki...


Bir uçurumun kenarındaymışım gibi hissediyorum böyle zamanlarda...

Uçurumun kenarındayım hızır
Ulu dilber kalesinın burcunda
Muhteşem belaya nazır
Topuklarım boşluğun avcunda
Derin yar adımı çağırır
Dikildim parmaklarımın ucunda...

Not: Aslında hayatımızın özeti biraz. Gençken, çocukken her şeyin güzel olduğu yıllarmış. İbrahim Sadri böyle şiirler okurdu o zamanlar. Şimdi A Haber'de sunucu. Her şeyin ne kadar boka sardığını daha güzel gösteren bir şey olamazdı herhalde...



SATÜRN RADYOSU ŞARKILARI-8




Günler günlerin ardından
Seni  unutmak mecburiyetindeyim
Seni sevmeler cumhuriyetinde
Gözyaşlarım
Gözyaşlarım, kafiye olsun diye değil

Özleye özleye
Kavuştuk birbirimize
Birbirimize vitaminler, moraller verdik
İçimizdeki şeytanlara
Zülfikarlarla saldırdık

Gözyaşlarımızı bitti mi sandın?
Gözyaşlarımızı bitti mi sandın?

Günler günlerin ardından
Seni unutmak mecburiyetindeyim
Seni sevmeler cumhuriyetinde
Senin dulluğun
Benim kulluğum
Kafiye olsun diye değil...

13 Ocak 2019 Pazar

İçini dökememiş tüm yarımlar...

  Dün işten eve dönerken ileride bir alış-veriş listesi olduğunu öğreneceğimiz bir kağıt parçası ile karşılaştım. Büyülü bir bir kurgunun parçasıymış gibi serin bir rüzgarla yavaş yavaş yuvarlanarak gelip ayaklarımın dibinde durdu. Filmlerde büyük ikramiye çıkan bilete, ilerleyen sahnelerde aşık olunup peşine düşülen kızın fotoğrafına verilen rol, benim hayatımda bir alış-veriş listesine bahşedilmişti. Issız bir sokak, sokağa dönmekten son anda vazgeçen uzaktaki bir arabanın ışıkları kımıldıyor asfaltta. Rolünü oscarlık bir performansla oynuyor, sonradan alış-veriş listesi olduğunu farkedeceğimiz küçük not kağıdı. Katlanmadan, eğilip bükülmeden, kirlenmeden taklalar atarak geliyor bana doğru usul usul. Bir kaç takla atıyor kaldırımda biraz duruyor, sonra yeniden taklalar atıyor. Listenin yazılı olduğu taraf bir alta, bir üste geliyor. O bana doğru taklalar atarak geliyor, ben ona doğru yürüyorum. Ben ki, Sadri Alışık'ın Ofsayt Osman'ına çizgi hakemini bıçaklatacak kadar talihsiz bir adam olarak bu gibi durumlarda hep temkinliyimdir. Bu yüzden, öyle hiç düşünmeden gülüp eğlenebilenlere, anı yaşayanlara hep özenmişimdir. Bende sistem temel olarak şöyle çalışır; hep sonradan olacaklar hakkındaki felaket senaryolarıyla meşgul olan bilinç, geçmiş kötü tecrübeler, güvensizlik v.s her seferinde herhangi bir duyguyu doya doya yaşamaktan alıkoyuyor. Sürekli ulan kendimi böyle bırakıyorum, kaptırıyorum ama başımıza bir iş gelmesin temkini var. Olsun yine de işin bu anlattığım arkaplanını bilmezseniz, dışarıdan bakınca; size taklalar atarak gelen bir şeye, sizin usulca yürüyerek yaklaşmanız inanılmaz cool görünüyor. Neyse, tam ayak ucuma geldiğinde işaret verilmiş gibi aynı anda duruyoruz. Bir kaç saniye öylece kımıldamadan sadece duruyoruz.Sonra ben eğilip ona uzanıyorum, bu kez o istifini bozmuyor. İnsanlarla ilişkiler hep böyle değil midir? Önce kendilerini kabullendirinceye kadar size onlar için değerliymişsiniz gibi davranırlar. Sonra onlara ulaşmak, uzanmak için hiçbir şey yapmadan tüm çabayı sizin göstermenizi beklerler.

ekmek
yoğurt
ceviz içi
mayonez
kornişon
meyve suyu(kayısı)
bulaşık süngeri
sigara

 Kime aitti kim bilir. Hiçbir şekilde bir bütün olarak birbiriyle ilişkilendiremediğim birkaç şey... En sonunda, ne olduğunu çözemediğim bir şeyler hazırlamak üzere, bir kısmı mevcut olan malzemelerin, mevcut olmayan eksik kısmını tamamlamak üzere hazırlanan bir liste olduğunda karar kıldım. "Eksikleri tamamlamak" düşüncesi hoşuma gitti. Normalde başka bir planım vardı yemek için ama bu kağıt parçası ile zihnime bulaşan "eksikleri tamamlama" düşüncesine takılıp kaldım. Sanırım eksik bir şeyleri tamamlayacak olma fikri kendimi biraz daha iyi hissettirdi. Yolumu değiştirip markete doğru döndüm. Aslında bir bakkala doğru hareket etsem hikaye için daha güzel olurdu ama bu durum o zaman henüz bir hikayeye dönüşmemişti. Öyle olacağını bilsem mutlaka bakkala giderdim.

 Markete gidip listede ne varsa eksiksiz olarak aldım. Fazla oyalanmadan ambalajı hoşuma giden ne varsa alarak alış-verişi tamamladım. Bir tek sigara problem oldu. Benim suçum değil. Marketlerde sigaraları siz direk alamıyorsunuz, kasiyerler, hemen üzerlerinde bulunan kilitli dolapları açarak kendileri veriyor.Neden böyle saçma bir şey var bilmiyorum. Neyse... Hangisinden diye sordu kasiyer, 3- 4 yıldır sigarayı bırakmış birisi olarak hazır bir cevabım yoktu. Tüm alış-veriş boyunca yaptığım gibi paketi güzel görünen birini seçip, şundan dedim. Kasiyer, bir marka vermediğim için(sanırım) önce şaşkın şaşkın yüzüme baktı, sonra işaret ettiğim yere doğru uzanarak bir paket gösterdi. Benim gösterdiğim paketi tam seçememiş olacak ki, hemen yanındakini işaret ederek "bu mu?" dedi. Keşke listeyi yapan kişi hangi sigaradan istediğini açıkça belirtmiş olsaydı. O an, bundan sonra yapacağım tüm alış-veriş listelerinde her şeyi açık açık belirtmek üzere karar aldım. Bir gün kaybedeceğim bir alış-veriş listesiyle başka birini aynı durumda bırakmak istemezdim. Kasiyer, tekrar ikaz edici bir sesle "bu mu beyfendi?" diye sordu. Bana neden kızdığını anlamadım, elimdeki listede bana da bir marka belirtilmemişti ki. Daha fazla uzatmamak adına kasiyerin işaret ettiği paketi onaylayıp, aldım. Üzerinde "sigara içmek öldürür" yazıyordu. Yanlış! Doğrusu; "sigara içmek de öldürür."  olacak. Marketten geri dönerken gözlerim karşı kaldırımda kağıtla karşılaştığım noktaya takıldı, oradan geçerken garip bir heyecan duydum. Eski sevgiliyle buluşulan bir yerden, yıllar sonra okuduğun ilkokulun yanından geçer gibi bir his, tebessüm ettirdi. Eve döndüm.

 Yeni aldığım ekmeği poşetten çıkarıp, Sabahtan kalan yarım ekmeği dolaba kaldırdım, biraz bayat ama iyi durumda. Yarın da yenebilir sanırım. Hem yemesem ne olacak ki, yarın hiç kimsenin bu ekmek taze değil diye kavga çıkaracağını sanmam bizim evde. Zaten en başta kavga çıkaracak pek kimse de bulunmaz bizim evde. Buna rağmen en başta niye "biz" diye girdiysem lafa artık... Her seferinde böyle düşünmeden edilmiş laflar yüzünden kendimi çıkmazlara sokuyorum. Düşünerek söylediğim laflar yüzünden çıkmazlara girdiğim oluyor bazen, o daha fena. Her halükarda girdiği yerden çıkmasını bilmeli insan. Bir satır başı yapıp devam etmeli hayata kaldığı yerden.

 Listede ne varsa koydum masaya, listeyi de... Bu defa sonucunda bir çıkmaza girmemek şartıyla önce tedbirimi alıp sonra düşündüm, plan yaptım. Akşam yemeği için masada sadece yoğurt ve ekmek vardı. kornişonları bir kaseye koyup üzerine mayonez sıktım. en azından yenmeyecek kadar kötü olmadı. Çerezliğe ceviz içi koydum. Bir bardak meyve suyu doldurdum yanına. kulaklığımı takıp arkama yaslandım. Gözlerimi kapadım, Stavros Lantsias'dan Vals of the Eyes'ı dinledim arka arkaya 5 kez.. Bir bardak meyve suyu daha alıp balkona çıktım, arka arkaya 5 sigara içtim.

Eski bulaşık süngerini bir kenara kaldırdım. Yenisini çıkardım paketinden. Bulaşığı onunla yıkadım. Belki yarın daha iyi bir gün olur dedim kendi kendime, belki yarın daha iyi bir gün olur.-


*Satürn Sakini