"
Derginin yeni sayısının baskıya teslim edilmesine bir hafta kalmıştı. Editörün “yazısını
teslim etmeyen bir sen kaldın” diyen sitem dolu telefonuyla öğrendim bunu. Oysa
zamandan, tarihten, vakitten çoktan kopmuştu ruhum. Tarih bugünden 3500 yıl
önce ya da 3500 yıl sonra olsa çevremdekiler dışında hiçbir şey değişmezdi
ruhumda. Yine aynı yerde, aynı boşluk duygusuyla oturuyor olurdum.Dosya konusuna dair bir şiir yazmalıymışım bu
sayıda. Terzi değilim ulan ben, düğün gününe yetişecek, üzerinize tam oturacak
elbise dikmiyorum, şiir yazıyorum diyemedim işte. Başımı kaldırıp saate baktım,
zaman yeniden bir ünsiyet kurdu benimle. Vakit gece yarısını iki saat geçmişti.
Kül tablasında
Sezai Karakoç’un yalnızlığı kadar sigara külü birikmişti ve ben
tek dize dahi yazamamıştım. Sigara külü kadar yalnızlık düşüncesi hoşuma gitti, bir sigara külü kadar daha eklemek
istedim yalnızlığa. Paket çoktan bitmişti. Masada duran çakmağı faydalı kılmak
adına bir paket daha almam gerektiğini düşündüm. Zira şiir yazamayan üçüncü
sınıf bir şairin masasında duran çakmak çok tehlikeli olabilir. Ansızın bir
cinnet hali, tüm imla hatalarını, anlatım bozukluklarını ve en sonunda yazılmış
tüm şiirleri kundaklamak veya tüm kötü şairleri yakmak için kullanılabilir. Pek bilinmez ama dünyadaki
en acımasız kıyamet senaryolarından birisidir şair cinneti.
Çıkmadan mutfağa uğradım. Buzdolabının üzerinde biber şeklinde bir magnetle
tutturulmuş liste ilişti gözüme. "Tuz, Kağıt Havlu, Ekmek ve yara bandı." Ne çok
yara var memlekette ve ne kadar az yara bandı... Listeyi yanıma aldım. Sigara alacağım
yerden, listedeki diğer eksikleride almayı planlıyordum kafamda. Neticede eksik kalan her şey,
sonunda şiire dönüşecek bir hüzün doğuramıyordu. Hem biraz temiz hava alırsam, uykum açılır.
Ismarlama şiirin başına yeniden oturabilmek için de iyi olur diye düşündüm. Kar yağıyordu.
saat geç olduğu için iki sokak ötedeki tekel büfeye gidebilirdim ancak. Yol boyunca benliğimden eksilmiş hisleri de tamamlama konusunda neden bu kadar tutarlı olamadığımla ilgili bir muhakemeye tutuştum kendimle. Soğuk kış gecelerinin insan ruhuna lütuflarından biri de insanın kendi içine dönebilmesine, kendiyle muhakeme edebilmesine imkan tanımasıdır bence. Sigara, tuz ve yara bandını alıp çıktım. Eve
dönüyordum. Evimiz tenha bir sokakta olduğundan bembeyaz yolda, henüz kimsenin
bozmadığı karın üzerine botlarımın izinin çıkması hoşuma gidiyordu. İnsanlar
genelde geçtikleri yerlere iz bırakma eğiliminde oluyorlar nedense. Sonsuza
kadar kalıcı olmadığını bilseler bile vazgeçemiyorlar bundan. İçimizde var olan
tuhaf, hastalıklı bir içgüdü işte... Okulda sıralara, gittiğimiz pikniklerde
ağaçlara isim kazımak, kumsalda dalgaların çekildiği yerdeki çamura isim
yazmak, tuvalet kapılarının arkasına, otobüs duraklarına, metro istasyonlarına,
bilbordların kenarına köşesine, trafik levhalarına... Hastalıklı insan egosu nasıl iflah olmaz bir şey. Modern insanın egosu,
bin yıl önce inşa ettirdikleri mabedlerin duvarlarına, fethettikleri toprakların saraylarına isimlerini kazıttıran fatihler, imparatorlar kadar büyük müydü? Üstelik hiçbir şey başarmamışken... Şah Cihan'a Mümtaz Mahal için Tac Mahal'i yaptırtan duygu ile Ali'ye lise duvarına "ali ♥ leyla " yazdıran aynı duygu olabilir miydi? Bir şiir çıkar mıydı buradan? Tüm bunları düşünürken, çok iyi sıkıştırılmış bir kar topu tam kulağımda patladı. Kulağım, sanki ince bir kağıt kesiği yemiş gibi sızlıyordu. Profesyonel bir atıştı. çok iyi hazırlanmış bir kar topuyla, kartopunun insana en çok acı verdiği noktaya… Durup etrafıma baktım, kendi çevremde bir tur attım. etrafta kimse yoktu. başımı biraz yukarı kaldırıp apartmanların camlarına bakarak, öncekinin aksi yönde ve daha yavaş bir tur daha attım kendi eksenim etrafında. Tam turumu tamamlarken
karşımda üç adet kardan adam gördüm. Ellerinde çatılardan, araba tamponlarından
aldıkları sivri buz sarkıtları vardı.
-Ne istiyorsunuz?
+İntikam! Yıllardır kardan adamlara yapılan soykırımın intikamı.
İri cüssesiyle orantılı kalın bir sesi vardı ve tam da bir kardan adama yakışacak
kadar soğuk bir ses tonu ile konuşuyordu. Bir ara söylediklerinden koptum,
sadece kömürden yapılmış ağzının hareketlerine, hipnotize olmuş gibi
bakıyordum. Muhtemelen ölmek üzere olan birisi olarak, garip bir şekilde
konuşurken neden ağızlarından buhar çıkmadığını sorguluyordum içimden. Oysa bu
havada nefes alırken ben nerdeyse bir ejderha gibi soluyordum. Birden ses
tonunun iyice yükselmesi ile irkildim, artık konuşmuyor kükrüyordu.
Bana doğru hareketlenmek üzere olduğu hissine kapılarak, nutkunu bitirmeden araya girdim.
Ölecek olsam bile bir korkak gibi yalvararak ölmek yerine, dövüşerek ölmenin
erdemi üzerine ben de içimde kendime nutuklar çekiyor, kendimi
cesaretlendiriyordum. İstemsiz, mücadele etmek niyetinde olduğumu göstermekle, bir
yandan da onları daha da öfkelendirmekten korkmak arasında cılız bir tehdit
çıkıverdi ağzımdan. Aslında tehdit bile değildi, ancak bir tehdit teşebbüsü
olabilirdi. "-Bana doğru bir adım daha atarsan…!..." Her halimden blöf yaptığım anlaşılıyordu.
Bu kadar cılız bir tehdit savurduğum için ve tehdidim karşımdakini korkutmadığı için söylediklerimi hiç söylememiş olmayı
diliyordum içimden. Onları korkutmak için kalkıştığım bu teşebbüs ile hiçbir
şey söylemeden durarak bile görünebileceğimden daha korkak görünmeyi nasıl
başarmıştım. Nasıl her başladığım şeyi böyle yarımbırakarak, hiç başlamadan önceki halinden bile daha kötü hale getirip mahvedebiliyordum.
Utanç ve çaresizlik içinde sanırım tehdidimi biraz güçlendireceğini düşünerek refleks ile elimdeki poşeti, vurmaya hazırlanmışım gibi kaldırdım.
Bu kez öfkeli ses tonuna biraz da alaycı bir ifade katarak devam etti: Seni öldürmeyeceğim
küstah! Bacaklarına sapladığım şu sarkıtlarla birlikte burada bırakacağım
öylece. Yürüyemeyeceksin, bir yere gidemeyeceksin. Donarak yavaş yavaş
öleceksin. Bu, buz sarkıtları damarlarındaki sıcacık kanla eriyip gidecek. Bacağında
iki kocaman delikle, şurada donarak öleceksin! Üstelik güneş doğduğunda
nasıl öldüğünü bile anlamayacaklar, hiçbir delil bulamayacaklar dedi. Hayatım gözlerimin önünden bir
film şeridi gibi, kötü bir filmin film şeridi gibi geçerken birden aklıma bir
şey geldi; Belediyenin yol çalışmaları için kullandığı tuzlama arabaları...
Zihnimde parlayan kirli, sarı renk belediye aracı henüz tam planlı bir
düşünceye dönüşmeye fırsat bulmamış görselden ibaretken, ani bir hareketle poşetinin
içindeki tuz paketine tüm gücümle tırnaklarımı geçirip parçalayarak bir avuç
tuz aldım ve konuşanın yüzüne doğru savurdum. Kardan adam acı içinde bir
kükremeyle iri parçalı şiddetli bir tipi gibi dağıldı etrafa. Ne olduğunu
anlamadan ben ve diğer iki kardan adam birkaç saniye süren, şiddetli bir
tipinin ortasında kaldık. Tipi dağılınca diğer iki kardan adam yerde duran
havuca ve kömür parçalarına bakıyorlardı. Karşımda nutuk atan kardan adamdan
geriye yüzünün büyük bir bölümü, yuvarlak gövdesinin sağ omuz kısmı olmayan bir
kar kütlesi duruyordu.
Onlar olayın şokundayken ben çoktan paketten bir avuç daha tuz alıp, sımsıkı tuttuğum sağ yumruğumun içine havaya
kaldırmıştım. Bu kez en sert yüz ifademi takınarak, kararlı ve gür bir ses
tonuyla başka isteyen var mı diye sordum. Tehdidimi daha da güçlü göstermek
için daha güçlü nefes alıp vererek ağzımdan ve burnumdan daha fazla duman
çıkarmaya çalışıyordum.
Sonra uyandım. Oda karanlıktı. Duvarlarda yalnızca açık kalan televizyon ekranının aydınlığı kımıldıyordu. Televizyona döndüm, ilk anda ekranın parlak ışığı gözlerimi yaktı. Bir kaç saniye içinde gözlerim alışmıştı. Uyurken açık bırtaktığım televizyonda, iklim ve küresel ısınma temalı sıkıcı tartışma programı devam ediyordu. Sarıldığım battaniyeden çıkmadan ayağa kalktım. Battaniyeye sarılı vaziyette dolaşıyordum evin içinde. Televizyonu kapattım. Parmağımın ucuyla perdeyi hafifçe araladım. Kar, dışarıda şiddetini iyice arttırmıştı. Masa lambasının cılız parlaklığı ancak masada duran kağıdı ve kül tablasını aydınlatmaya yetebilen kendine münhasır bir alanda televizyon ekranın ışığına karşı kazandığı zaferin mağrurluğunu yaşıyordu.. Masada ağzına kadar dolu bir küllük ve sadece başlığı atılmış ısmarlama bir şiir teşebbüsü vardı; "KIŞ SONATI."
Soğuk kış gecelerinin insan ruhuna lütuflarından biri de insanın kendi içine dönebilmesine, kendiyle muhakeme edebilmesine imkan tanımasıdır. İnsanın, kimseye okutmayacağı şiirler yazması da insanın kendiyle hesaplaşabilmesinin başka bir yoludur.