22 Aralık 2012 Cumartesi
BAZI ACILAR SEVGİYİ DAHA ANLAMLI KILAR
"Hayır sağlamları, kendine güvenenleri, guruluları, neşelileri, sevinçli olanları sevmenin anlamı yoktu. Onların buna ihtiyacı yoktu. Bu gibiler sevgiyi sanki kendilerine ödenmesi gereken bir borçmuş gibi, yukarıdan bakarak, umursamazca kabul ederler. Bir insanın kendisini vermesi onlar için gelişi güzel bir olay, saçlarına taktıkları br süs, kollarına geçirdikleri bir bilezik sanki...
Ancak kaderin tokadını yemiş, kendine güvenlerini yitirmiş, hor görülmüş, çirkin yaradılmış olanlara sevgi gerçek bir destek olur. Yalnız böyleleri bilir sevmeyi, sevilmeyi...Şükran duygularıyla, alçak gönüllülükle sevmek gerektiğini ancak onlar bilir."
*Stephan Zweig
YİNG-YANG
Şeytan sizi bir şeyler yapmaya çağırdığında bazen kötü biri olduğunuz için onu yaparsınız, bazen kimseye hayır diyemeyecek kadar iyi biri olduğunuz için..
16 Aralık 2012 Pazar
SATÜRN RADYOSU ŞARKILARI-3
Bazen tüm gün, tek bir şarkı döner durur listenizde...
a spider web, and I'm caught in the middle
a spider web, and I'm caught in the middle
11 Aralık 2012 Salı
HUZURSUZ ANTOLOJİSİ-2
Kalabalık için yaratılmamıştır geceler.
Gece seni ayırır komşundan,
buna aldırmadan gitmemelisin kapısına.
Ve odanda geceleyin ışık yakarsan,
bakmak için insanların yüzüne,
iyi düşünmelisin: Bakmak, ama kime.
Korkunç çirkinleşmiştir insanlar,
yüzlerinden damla damla akan ışıkla,
ve gece toplanmışlarsa bir arada,
sallantıda bir dünyadır gördüğün,
ne varsa karışmıştır birbirine.
Alınlarında sarı bir ışık
bastırmıştır bütün düşünceleri,
şarap kıvılcımlanır bakışlarında,
ağırlaşmıştır elleri, konuşurlarken
yaptıkları hareketlerden;
Ben, Ben derler boyuna
Rainer Maria Rilke
9 Aralık 2012 Pazar
SENKRON KAYMASI
Çizim: SatürnSakini
Yavaşça yaklaştım parayı uzatıp bir öğren -ci dedim, gece tarifesi keseceğim dedi büfeci ve para üstünü eksik verdi. Sigaramı alıp çıktım büfeden. Okula gitmek üzere dolmuşa bindim.Öksür dedi dolmuşçu, parayı uzatıp yarım kilo olsun dedim. Bir süre gittik. kampüse vardığımızda, antibiyotik yazdı dolmuşcu. Dolmuştan indim.Geç girdim yine derse. Hoca gözlüklerinin üzerinden bakıp, 51 mi,okey mi dedi.Utandım, özür dilerim yanlış numara deyip, yerime geçtim. Ders bitti. Eve dönmek üzere dolmuş sırasına girdim yeniden. Arkamdaki çocuk kolund a bir saat varmış gibi kolunu göstererek "tertip senin şafak kaç" dedi. Bir lira zam gelmiş dedim. Sonra dolmuşa bindik .Çarşıda indim, gömlek almak iç in bir mağzaya girdim. Beğendiğim gömlekleri gösterip tazesin den koy dedim, poşete koyarken gömleklerimi tezgahtar; içecek bir şey alır mısınız dedi. Gülümsedim "tura gelir" deyip çıktım mağzadan. Yol üstü bir fırına uğradım, sekiz seansına bir öğrenci
dedim, iki ekmek uzattı fırıncı amca, ödev teslimi yarın son dedi, iyi yayınlar dileyip çıktım kibarca.Kulaklığımı taktım, kulağımı n içinde bir ses hararetli konuşmaya başladı: "bu sezon hakem hataları, sakatlıklara rağmen kopmadığımız şampiy onluk yarışında klübümüzün transfer bütçesine bakacak olursak..." eve kadar ıslıkla eşlik ettim. Asansörde yöneticiyle karşılaştık, camiye yardım dedi, emredersiniz albayım dedim. Zili çaldım. Ev arkadaşım kapıyı açtı. Yarışmaya hoş geldiniz dedi, gülümsedim. Allah kurtarsın deyip, içeri girdim. Üzerimi d eğiştirdim, televizyonu açtım mecliste başbak an konuşm a yapı yordu: "Arkadaşlar mahmut hoca, aaa mahmut hocada kaçmış. sen ne zaman kaçt ın mahmut hoca.. Allah Allah tünelde de karşılaşmadık yahu". Güldüm. Kanalı değiştirdim bir hava dur umu sunucusu gitar çalıyordu, müzik kanalında Teoman, değer ka ybeden hisse senetlerinden bahsediyordu. Sıkıldım ka pattım t elevizyonu. Annem aradı elektiriğimizi kesece kmiş, hayırlı tezkereler diledim.
Gözlerimi kapatıp, düşündüm. Herkesin kafası biraz karışıktı fakat hayat devam ediyordu bir şekilde...
Peki hiçbir şey aksamıyorsa, her şey yolunda sayılabilir miydi?
*SatürnSakini
7 Aralık 2012 Cuma
KISAFİLM1#: BAZEN HAYATIN DENKLEMİ ÇOK DA ZOR DEĞİLMİŞ GİBİ...
O değil de Kiarostami çok bozdu, öyle böyle değil çok bozdu. Önünü alamadık.. Taste of Cherry nerde, Like Some One in Love nerede?
5 Aralık 2012 Çarşamba
BİR GARİP FETİŞİZM
Ne zaman duygularımı ifade edemesem ayak uçlarıma bakıyorum, bilmiyorum sizde de oluyor mu bu ama ayakların nedense garip bir büyüsü varmış gibi geliyor bana. Üzügünken, kızgınken, kırılmışken...Hep ayak uçlarıma bakıyorum, hayır boynunu bükmekle, gözlerini kaçırmakla alakası yok bunun, tamamen ayaklarla ilgili. Çocukken işlediğim kabahatlerden dolayı azarlandığımda dahi bunu yaptığımı hatırlıyorum. Hayır, hayır halıdaki desenlerle de ilgisi yok, diyorum ya ayaklarla ilgili...
Neredeyse iki gündür kesintisiz olarak ayakları düşünüyorum...Daha bir iki gün önce burada ayak/ayakkabı konulu bir şeyler paylaşmıştım. Hatice Hanımın Yüksek ökçeleri ile ilgili olan..İşte o günden bu yana kurtulamadım bundan. Evet ayaklar...Hiçbir şey ifade etmiyorlar ama deli gibi düşünüyorum işte. Yalın ayaklar düşünüyorum, -e halinde, -den halinde ayaklar, bazıları çoraplar giymişler, bazıları ayakkabılar. En çok da ayakkabılıları düşünüyorum. İçinde ayaklar olan ayakkabıları, cümle içinde kullanmak istiyorum mesela. Sayfalarca ayakkabı yazmak istiyorum ceza almış ilkokul çocukları gibi...Durduramıyorum...Çizmeler, ruganlar, makosenler, timberlandler, kunduralar, köseleler, kramponlar giymiş ayaklar tepiniyor beynimde.
Eğer gerçekten dost başa, düşman ayağa bakıyorsa herkese düşman olmak istiyorum. Ucuza ayakkabı satan ayakkabı mağzaları giriyor rüyama, müşterilerin ayakları alışıyor. Uyanamayacaksam uykumdan, ruhum ayaklarımdan çıkmaya başlıyacağını biliyorum.
Iraklı gazetecilerin fırlattığı ayakkabıların amerikan başkanlarını ıskalamadığı haberler izlemek istiyor canım. Filmler izlemek istiyorum içinde ayakkabılar geçen. Gold Rush'ta Chaplin'in yediği ayakkabısından tatmak istiyorum bir lokma...Casablanca'yı durdurp durdurp Humphrey Bogart'ın ,Bergman'ın boyuna ulaşmak için giydiği özel ayakkabıları yakalamya çalışıyorum. 42 numara ayaklarıyla Uma Thurman oynuyor Kill Bill'de. Kitaplar okuyorum içinde ayakkabılar geçen; Korkma Ben Varım'da platonik aşık Müntekim ihanet ediyor baba mesleği ayakkabıcılığa, Yahya Kemal;
Nev-bahar-ı vuslatın bassun deyü ilk ayına/ Kavuşmanın baharı bassın diye ilk ayına
Buseden papuş giydirdim o nermin payına/ Öpücükten papuç giydirdim (yarin)o yumuşak ayağına...
diyor..
Işıklı ayakkabılar giyen çocuklara masallar anlatasım geliyor; Çizmeli kediler, Yüksek Ökçeler, Cindrellalar...
Tarih ayakkabının icadıyla başlıyor benim için. Neil Armstrong'un kendisi için küçük, insanlık için büyük adımından ziyade giydiği astronot ayakkabıları ilgilendiriyor beni...Savaşlar,antlaşmalar umrumda değil.Fransa tahtında 14. Louis'in boyunu uzun göstermek için giydiği çizmeleri, İstiklal harbindeki ayakkabısız askerleri düşünüyorum.
Şarkılar söylüyorum kendi kendime.Türünün, yöresinin, kimin söylediğinin hiç önemi yok. İçinde ayakkabı geçse yeter benim için.
Kundurama kum dolsa atmaya kürek gerek..
Ayağımda kundura, yar gelse dura dura..
Old brown Shoes(The Beatles)
The Boots are Made for Walking(Nancy sinatra)
Walking in My Shoes(Depeche Mode)
"I am not looking for a clearer conscience
Peace of mind after what I've been through
And before we talk of any repentance
Try walking in my shoes
Try walking in my shoes"
İçinde ayakkabı geçen şarkılar dilime dolanıyor. Anadilim tükeniyor ayakkabıları düşünürken. İçinde ayakkabı geçen deyimleri düşünüyorum başka dillerde, Mesela; Walking in my shoes; "Kendini benim yerime koy" gibi bir anlama geliyor sanırsam...
Ve aniden içinde ayakkabı geçen sorular, çivili kramponla atılan tekmeler gibi çarpıyor suratıma.
" Ya aynı kapının önünde durmazsa ayakkabılarımız hiç?", "camide çalınırsa bayramlık ayakkabıların?" "Kara lastik, şu geçirmez ama mantar yapar!"
Ve serüvenlerini düşünüyorum ayakkabıların. Astar kesme makineleri, pres makineleri uğulduyor sanki beynimin içinde. Yapışıyor ayakkabılar, dikiliyor ayakkabılar, etiketleniyor, kutulanıyor, konveyörlere düşüyor ayakkabılar. Konveyörler dönüyor...Başım dönüyor...
Vitrinlere düşer ayakabılar, beğenilmeyi beklerler. Ansızın bir tezgahta karşılaşırsın onlarla, beğenirsin, çok güzel görünür gözüne, alırsın. Sezon sonu, ucuza gelirler üstelik...Yeni ayakkabılarını seversin elbet. Önceleri özen gösterirsin onlara, kirlenmesinden korkarsın, kaybolur diye dışarıda bırakmazsın hiçbir zaman, yürürken ayaklarında olması mutlu eder seni. Sonra alışırsın...Çünkü ayakkabılarının kendi başlarına seni bırakıp gidemeyeceği gerçeğinin rahatlığı sarar seni ve O kadar da güzel görünmemeye başlar gözüne, giyince kendini özel hissetmezsin artık. Kirlenmiş olmasını umursamamaya başlarsın, kapının dışında kalması çok da önemsemezsin artık. Önce daha seyrek giymeye başlarsın, sonra sadece ihtiyacın olduğunda giyersin ve sonunda da ayakabılığın bir köşesinde unutur gidersin...Giyip, giymemek keyfine kalmıştır ne de olsa . İraden, tercihlerin vardır senin. Ayakkabılar ise herhangi bir şeydir sadece, istediğin zaman atıp, istediğin zaman giyebilirsin, hiçbir şey hissetmezler ne de olsa...Ne de olsa sadece sahiplerine ait bir eşyalardan ibarettir ayakkabılar...
Ayaklarım üşüyor...
ve ben, üşüyen ayaklarına çoraplar giydiriyorum ellerimle..
*SatürnSakini
2 Aralık 2012 Pazar
(Kedisel Sohbetler-1)PİSTANTHROPHOBİA
Adım başı güvenlik kameraları ile donatılmış evler, 35461368 adet kilidi bulunan dev çelik kapılar, dikkat köpek var'lar, sitelere özel güvenlik görevlileri, babycamler, kilitli cami ayakkabılıkları, 5. katta pencere korkulukları... Bunları görünce insan klişe tepit kaşesini yapıştırmaktan alamıyor kendini. "Çağımızın hastalığı"
Geçen Müezza'yla da konuştuk bu konuyu...Müezza rasyonel bir ev kedisi, Çapa Tıp Fakültesi son sınıfta, psikyatr olma hayallerinden vazgeçerek, okulu bırakıp ev kedisi olmaya karar vermiş. Onun hikayesi de acayip, anlatırım bir ara... Neyse ne diyodum? Hah şu pistanthrophobia meselesi..."Çağımızın hastalığı" ben tespit yaptım, Müezza'da teşhiste bulundu. Zaten Müezzayla muhabbetlerimiz genelde bu eksende döner. Ben tespit yaparım, o teşhis koyar. İkisi farklı şeyler, karıştırmamak lazım.
Müezza'nın teşhisine göre; Bu durum toplumsal bir olay değil kişilerin bireysel tecrübelerinin topluma yansımış sonuçlarından ibaretmiş. Dolayısıyla bu toplumun bir parçası olarak ben de pistanthrophobic bir vakaymışım. Elbette altında pedagojik sebepler varmış; Ne bileyim, küçükken "bi tur versene la" diyerek bisikletimi alıp, bir daha geri getirmeyen bohçacı çocukların tesirinden kurtulamamış olabilirmişim mesela ya da 9 yaşındayken aşık olduğum bize her geldiğinde senle evleneceğim deyip bana umut veren, benden 15 yaş büyük komşu abla başkasıyla evledniği için olabilirmiş...Eyvallah Müezza, bulguların teşhisini doğruluyor, bari çaresini de söyle tam olsun diyorum. Müezza diplomasız olduğu ve ayrıca bir ev kedisi olduğu için bana geçerli bir reçete yazamayacağını söylüyor ama tok karnına günde iki doz Ömer Seyfettin önerebileceğini belirtiyor. Tok karnına diyor, çünkü edebiyatın karın doyurmayacağının farkında...
"Hatice hanım, pek genç dul kalmış zengin bir hanımdır.13 yaşındayken 60 yaşında yaşlı ve hastalıklı bir erkekle evlenmiştir. Hatice hanım başlıca merakı temizlikle, namusluluktu. Göztepe 'deki köşkünü hizmetçi Eleni ile evletlığı Gülter 'le beraber temizler, aşçısı Mehmet'i her gün traş ettirir. Bolu'lu oğlanı tepeden tırnağa beyazlar giydirirdi. Evdeki çalışanları çok namusluydular. Kileri kitlemez, paraları meydanda dururdu. Evdeki çalışanlarına kimseyle konuşmamalarını öğütlerdi. Birgün Hatice hanım 'ın birden başı döndü ve bayıldı. Doktor hastalığının sebebini Hatice hanım 'ın yüksek ökçeli ayakkabılarına bağladı ve ona ökçesiz ayakkabı önerdi. O günden sonra evdekilere söz dinletemez oldu. Kiler de artık boşalmaya başlamıştı. Bir gün mutfağın kapısını gelen sesler üzerine açtı ve aşçıyla çalışanları fingirdeşirken gördü bu olay sonucunda hepsini evinden kovdu. Ardından eve çok çalışan aldı, ama sonunda onları da hatalarından dolayı kovdu. Meğer eskiden hizmetliler Hatice Hanım gelirken yüksek ökçeli terliklerinin sesin duyar yaptıkları işi hemen düzeltir, toparlanırlarmış. Böylece Hatice hanımda onları hiç yakalayamazmış, bu yüzden de Hatice hanım onları düzgün insanlar zannedermiş.
Hatice hanım bunu farkedince yine ökçeli ayakkabıları giyer olmuş, hastaymış, canını acıtıyomuş ama kafası rahatmış. " Ömer Seyfettin/Yüksek Ökçeler
Sanırım Müezza'da, Ömer Seyfettin'de haklı. Bazen kusurları görmezden gelmek için mesafeli olmak gerek. Hatta bazen bu mesafeli duruş, bu samimiyetten kaçış canımızı yakabilir, fakat kafanız rahat olur.
Müezza, rasyonel ve ayrıca dindar bir ev kedisi olarak Allah'ın adlarınından birinin Settar olduğunu hatırlatıyor bana ve terapi ücreti olarak bir kutu ton balığını paylaşma teklifimi geri çevirmiyor.
Sonuçta: İN GOD WE TRUST...
*SatürnSakini
29 Kasım 2012 Perşembe
YA PROUST YANILIYORSA...
''İyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz..."
*OğuzAtay/Tutunamayanlar
12 Kasım 2012 Pazartesi
VE ANLAMAK İÇİN ÇOK ÇABALIYORUM...
Çizim: SatürnSakini
"Biz bile bilmeyiz çoğu zaman neyi neden istediğimizi. İsmi konmadığı zaman daha çok hoşumuza gider bazı şeyler. Kontrolümüz altında olduğunu düşünürüz belki bu şekilde, bilemiyorum. Ya da sadece o kadarını istiyoruz. İltifatlar, ima ile ifade edilen hoşlanmalar... Bazen bunun ötesini istemiyor olabiliriz, bunun ötesine geçince ne yapacağımızı bilemiyor olabiliriz. Ne bileyim, belki de böyle değil, belki de böyle..."
*Marcel Proust
"Biz bile bilmeyiz çoğu zaman neyi neden istediğimizi. İsmi konmadığı zaman daha çok hoşumuza gider bazı şeyler. Kontrolümüz altında olduğunu düşünürüz belki bu şekilde, bilemiyorum. Ya da sadece o kadarını istiyoruz. İltifatlar, ima ile ifade edilen hoşlanmalar... Bazen bunun ötesini istemiyor olabiliriz, bunun ötesine geçince ne yapacağımızı bilemiyor olabiliriz. Ne bileyim, belki de böyle değil, belki de böyle..."
*Marcel Proust
9 Kasım 2012 Cuma
YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN HALLAC-I MANSUR
"sonra sen kendi yolunu çizdin.
benim ilkokulda resmim zayıftı, pek bir şey çizemedim
bir işe girdim, ikisi ciddi beş kadınla birlikte oldum.
beşiktaş'ta bir eve taşındım ve sigarayı bıraktım.
bulaşık makinem var, alttan iki dersim var, bir kitap projem var."
. . .
Yeni başlayanlar için Hallac- Mansur:
-öğrenciydi
-bir kıza aşıktı
ve aynı zamanda başka bir senaryo üzerine çalışıyordu.
*Ah Muhsin Ünlü
30 Ekim 2012 Salı
SATÜRN RADYOSU ŞARKILARI-2
Dylan'ı hepimiz severiz fakat Baez haklıydı.
sigara yaktırır: "Hatıraların ne getirebileceğini biliriz ikimiz de"
bi tane daha yaktırır: "dinle"
DİAMOND AND RUST
elmaslar ve pas
lanetlendim şimdi
çünkü gene geldi senin hayaletin
ama bu alışılmadık bir şey değil
dolunay çıktı
ve senin beni arayacağın tuttu
ve burada oturup
elim telefonun üstünde
birkaç ışık yılı önceden tanıdığım
bir sesi dinliyorum
dosdoğru düşüşe geçerek
hatırladığım kadarıyla
gözlerin serçe yumurtasından daha maviydi
şairliğimin berbat olduğunu söylemiştin
nereden arıyorsun?
ortabatı'da bir telefon kulübesinden
on yıl önce
sana kol düğmeleri almıştım
sen bana bir şeyler getirmiştin
hatıraların ne getirebileceğini biliriz ikimiz de
elmaslar ve pas getirirler
sahneye daldın
zaten bir efsaneydin
yıkanmamış bir fenomen
orijinal serseri
kollarıma saptın
ve orada kaldın
geçici olarak kaybolmuştun denizde
madonna senin olmuştu bedavaya
evet, kabuğundaki kız
seni incinmekten koruyacaktı
şimdi görüyorum ayaktasın
etrafına düşen kuru yapraklarla
ve saçlarında kar
şimdi gülümsüyorsun
washington meydanı'ndaki
o salaş otelin penceresinden..
nefesimiz beyaz bugularla çikip
birbirine karişiyor ve havada kaliyor
kendi adima konuşmam gerekirse
ikimiz de orada ölebilirdik o zaman
şimdi bana diyorsun ki
nostaljiyle işin yok
öyleyse başka bir laf söyle bana
(bu duruma uyan)
sen çok iyisindir kelimelerle oynamakta
ve işleri belirsiz birakmakta
çünkü öyle bir belirsizlige ihtiyacım var şimdi
herşey çok fazla açik görünüyor
evet çok sevmiştim seni
ve bana elmaslar ve pas sunuyorsan
zaten ödedim (bedelini)
joan Baez ve Bob Dylan sanırım tüm dünyada magazin dünyasının görüp görebileceği en sansasyonel çiftti. Baez, serseri, başına buyruk köylü kızı...Country'nin tüm incelikleri ve kadife sesiyle tüm sistemin canına okuyordu. Birden yanında en az onun kadar seri ve başına buyruk bir genç belirdi. Tarz sahibiydi, beat kuşağının yazarlarını filan okuyan eğitimli, entelektüel biriydi. Birlikte sahnelerin, konserlerin tozunu attırıyorlardı. Dylan, elbette muhteşem bir yeteneğin sahibiydi fakat, Baez gibi bir şöhretin yanında objektiflere yakalanmasının süreci hızlandırmadığını kimse söyleyemez.
Sonra Dylan , Baez'den uzaklaşmaya başladı. Onu yeterince entelektüel görmüyordu. Rivayet o dur ki efsane şarkısı "one more cup of coffee" Baez için yazılmıştır. Romantik tınısına aldamayın, sözleri sevdalı bir yüreğin kaldıramayacağı kadar ağır bir terkedişi temsil eder. Ve yine rivayet odur ki Baez ise Dylan'ı hiç unutmamış, yaralı bir kadın olarak hayatını, şarkılarını hep ezilenlerin, muhtaçların, yaraları olan insanların yanında yaşamıştır. Diamond and Rust'u ise Dylan'a yazmıştır.
17 Ekim 2012 Çarşamba
SİYAH KAPÜŞONLU KIZLAR
Bir eksik, bir fazla çok farkeder. Bazen bu fark, "sevdiğiniz ölü insanları, hayatta olan sevmediğiniz insanların sayısına eşitler ve bu, hayatı çekilmez kılar" *
Çabalamak yetmez ve insan ölene kadar kendilerini cama çarpıp duran sinekler gibi hisseder. Çocuk parkında, bir banka bırakılmış intihar notu gibi rahatsız edici bulur kendini kalabalıkta.
Hani elinde bir zaman makinası olsa, kalkıp kapıdan geçen nayloncuya verecek derecede bıkmıştır hayattan.Yerine aldığı rengarenk mandallarla hayata tutunmanın daha kolay olacağını düşünür.
Genelde ilk taşı günahsız olan atar ve 50 akıllının da aklının kuyudaki taşa takılması kadar olağan bir şey yoktur.
Ve örgülü, yün kazağın tam da dirseğinden, ahşap bir masadaki kıymığa takılması gibi bir şeydir aklının sürekli ona takılması. Dişlerini kamaştıran naylon bir gıcırtı çıkarır üstelik. Ya da sigara dumanından halkalar yapmak gibidir. Birkaç saniye titreşip havada dağılan halkalar gibi... sağlığa zararlıdır üstelik ve içinin boş olduğu radikal bir gerçekliktir. Bazen tüm bunlar için delilerin kuyuya taş atması bile gerekmeyebilir.
Muhtemelen o sırada Bob Dylan cennetin kapısını çalıyordur ve siz Orhan Cami'inin şadırvanında abdest almakla meşgulsünüzdür. Çünkü siz zile basmaktan yanasınızdır ve bu gibi durumlarda böyle bir eylem elbette kaçınılmazdır.(burada "knocking on heavens door" dinliyor olsanız isabet olurdu)
Ve hazır cennet demişken siyah kapüşonlu kızlar sadece rüyalarda iner cennete uzanan merdivenlerinden. Üstelik Led Zeppelin bu kızlara şarkı dahi ithaf etmiştir. Ayrıca siyah kapüşonlu taşlar da acıtır insanın canını.(bkz: stairway to heaven)
Bu arada cellatların da siyah kapüşonlar giydiklerinden bahsetmiş miydim?
*SatürnSakini
8 Mayıs 2012 Salı
KARDEŞ, BUKOWSKİ MANİTANI KESMİYORMUŞ.
Yürüyen merdivene biniyorum. Genç bir adamla çok hoş bir kız var önümde.Kızın pantolonu ve bluzu tenine yapışmış. Yukarı çıkarken kız bir ayağını bir basamak yukarı yerleştiriyor ve kalçası büyüleyici bir biçim alıyor. Genç adam etrafına bakınıyor. Endişeli bir hali var. Bana bakıyor. Başımı çeviriyorum. Hayır, genç adam, bakmıyorum, sevgilinin kıçına bakmıyorum. Kaygılanma, ona da sana da saygı duyuyorum. Hatta, her şeye saygı duyuyorum: büyüyen çiçeklere, genç kadınlara, çocuklara, bütün hayvanlara, değerli ve karmaşık evreninize, her şeye ve herkese... GenÇ adamın biraz rahatlamış olduğunu hissediyor ve seviniyorum onun adına. Sorununu biliyorum: kızın bir annesi var, babası var, belki de bir kız kardeşi ya da ağabeyi ve kuşkusuz bir sürü sevimsiz akrabası...
Ve dans edip flört etmeyi seviyor
ve sinemaya gitmeyi seviyor
ve bazen aynı anda sakız çiğneyip konuşuyor
ve aptal televizyon dizilerine bayılıyor
ve gelişmekte olan bir aktris olduğunu düşünüyor
ve her zaman çok güzel görünmüyor
ve ürkütücü bir öfkesi var
ve arada sırada çıldırdığı oluyor
ve telefonda saatlerce konuşabiliyor
ve yakında bir yazını Avrupa'da geçirmek istiyor
ve ona neredeyse yeni bir Mercedes almanı istiyor
ve Mel Gibson'a âşık
ve annesi ayyaş
ve babası ırkçı
ve bazen çok fazla içtiğinde horluyor
ve yatakta genellikle soğuk ve bir gurusu var,
1978 yılında çölde İsa'yla karşılaşmış bir tip,
ve dansçı olmak istiyor
ve şu anda işsiz
ve ne zaman şeker ya da peynir yese migreni tutuyor.
Kızı yürüyen merdivende yukarı çıkarışını izliyorum, kolunu korumak ister gibi beline dolamış, talihli olduğunu düşünüyor. Kendini çok özel buluyor. Dünyada hiç kimsenin sahip olmadığı bir şeye sahip olduğunu düşünüyor ve haklı. Çok haklı, kolunu o bağırsak, mesane, böbrek, akciğer, tuz, sülfür, karbondioksit ve balgam yığınına dolarken, şans dilerim.
*Charles Bukowski
21 Nisan 2012 Cumartesi
HUZURSUZ ANTOLOJİSİ-1
acının dağlandığı anlar vardır…
aramaya gerek yok, o gelir bulur…
beraber gidilen bir lokantanın kapanması bile üzüntüdür…
veyahut lokantanın yerine dükkânı çiçekçinin tutması…
gözyaşından çorba olmaz ama…
dilin, damağın yanar tuzdan…
soğutamazsın…
zamansız, kırmızı bir toka çıkar nereye saklanmışsa…
saçı toplasın diyedir küçük canavarın dişleri…
ve fakat dağıtıp ısırır, acıyan ne varsa…
yaşananları…
yaşanmak için sıraya girmiş ihtimalleri…
yapılmayanları…
sadece erkek olduğum için koridor tarafına oturmak durumunda kaldığım,
yani gam kenarının yine bana düştüğü
bir otobüs yolculuğumuz olmadı hiç uzaklara…
sen benim omzumda uyuya kalmadın hareket halindeyken…
biz durduk…
durdurduk…
gidebilirdik oysa…
kimseden gizlenmemiş, sadece bizi gizleyen bir tatile belki…
bir akraba düğününde dans etmedik meraklı akbaba bakışları altında mesela…
çok severdim yatakta kahvaltıyı ama, buna uygun bir tepsimiz bile olmadı…
alabilirdik… biraz daha bekleseydik…
zamanın dövdüğü bir hüzün ustasıyım ben…
kelimelerim tuğla tuğla…
her satırbaşında turuncu intihar hissi…
aklım, dilim, cümlelerim hep geçmişte…
geçmiş geçmiş de…
ben geçemiyorum ki…
bazen duruyorum yürüdüğümüz bir yerde…
ayaklarımız diyorum, bir ara aynı anda buradaydı…
beraber bastık bu toprağa…
sahi var mıdır o günden bugüne kalan bir toprak zerreciği?
tuhaf tutsaklığımın, her şeyden sen çıkarışımın şahidi kalmış mıdır etrafta?
bu bardaktan su içmişti…
bu sandalyede oturmuştu…
bu bankanın önünde buluşmuştuk ilk kez…
hiç gözümün önünden gitmiyor, çimlerin üstüne denk gelmiş tavla maçımız…
elimizde soğumuş kahveler, tadı bizden önce kaçmış kekimiz…
ve ikimiz de aynı anda mars olduk kıra kıra birbirimizi…
bir Allah'ın pulu durduramadı bizi…
gidişine türlü anlamlar yükledim…
istesem kalırdın…
istesen kalırdın…
gözyaşımdan düğümler attım açılması zor olsun diye umudun…
ama sevdim yine de…
seninle alakalı ne varsa sevmeye devam ettim…
son buluşmamızı sevdim…
tam giderken, beni elimden tutup çeken seni sevdim…
sarılmamızı sevdim…
arkama dönüp bakamamayı…
bizim oturduğumuz masada oturan mutlu çifti sevdim nargilecide…
ne olur hep böyle kalın dedim… ne olur…
bir yıldönümü gününde, engel olamadım kendime yoldan döndüm…
sen olmasan da sana giden yoldaydım, hatta birazdan evinin önünde…
ağlayarak söndürdüm yeni yasımın mumlarını…
kutlu olmadı ama!..
biliyorum biz geçtik sevgilim…
bizden geçti…
başka hayatların insanlarıyız artık…
başka umutların…
başka adam…
başka kadınların…
tamam da, silebilir misin yaşadıklarını?
boyayabilir misin siyahla neşeli günlerimizi?
çıkarıp yüreğimi, kanımın söndürdüğü ateşlere atabilir misin, yangında ilk kurtarılacakken…
yıllar sonrasına yatırılmış acılarımız var artık karanlık mahzenlerde…
beklenmedik bir karşılaşma anında…
bir havaalanında…
bir tesadüfler garında…
bir kafede…
ya da sinema çıkışında kim bilir..
birbirine bakan şaşkın gözler…
belki evlenilmiştir, belki çoluk çocuk duvarı örülmüş, anıların üstüne beton dökülmüştür…
işık mı en hızlıdır, ses mi kıyasında; açık farkla galip gelir o anda, hiç hesapta yokken acı…
acı hızlıdır acı…
yaşananlar bir çırpıda, dirhem dirhem koparır etini…
ama ne çare; gurur engel olur…
giyilen sahte mutluluk elbisesinin düğmeleridir tebessüm…
boğazın düğümlenir…
soğuk bir merhabadır dildeki…
ama öpmek, içine çekmek istersin dudaklarından hasretini…
"devam etseydik, tüketseydik bu kadar güzel olur muydu" gözlerinde birikir…
"neden yok ettik birbirimizi" ağzına gelir…
susarsın, öfken hükmen mağlup olur sevdana…
üşürsün…
çok üşürsün…
gidene, kalana, mizahı olmayan haline üşürsün…
öyle ki…
"karda donmak üzeresindir
uyumak tatlı geliyordur ama…
sen öldüğünün farkında değilsindir.
Zeki Kayahan Coşkun
14 Nisan 2012 Cumartesi
5 Nisan 2012 Perşembe
BUGÜNLERDE SOKAKTA RASYONEL KEDİLER GÖRÜYORUM
Annemi özlüyorum. Özlemi anniyorum. Anlıyorum. Zenit bana ne söyledi hatırlanamıyor. Kurumlar ve kuramlar beni anneme üzüyor. Bende şiir yazabilme kaabiliyeti varmış, öyle söylüyorlar. Ne dediğimi bilmemek istiyorum. Hakkımı aramamak istiyorum. Boş başıma dolaşmak istiyorum. Sosyalleşmek istememek gibi bir hak tanınmak istendiriliyorduğum. Sahipsizim. Sonra sokakta dolaşırken her şeyi rasyonalize etmek durumunda kalıyorum. Bazı kediler rasyonalize olmak istemiyorlar. Annem, rasyonalize ne demek, ağlamıyor. Kendimi bana bırakmak istiyorum. Annemi özlediğim için kızlardan uzak duruyorum. Kızlar bana yaklaşmakda zorluk çekiyorlar. Köfteci de öyle. O da bana yaklaşmak da zorluk çekiyor. Canım akşamları daha çok sıkılıyor. Annem daha çok. Akşamları hava siyah oluyor. Havaya bakıyorum. Hava bana bakıyor. Bana salık verilecek sevgiliyi doğudan reddetmek durumundayım. Kızlar bana önem vermemek konusunda tutarlı. Annemi özleyince, annem yok ya hani, böylece Hayati'ye bakıp. Hayati'ye bakıyorum işte. Yani şey oluyor. Hayati benim hayatımda etkili bir yere sahipmiş ben de, hani Hayati'ye bakıyorum ya, hah, işte Hayati'nin şey. Sonra dışarı bakınca küçük bir irrasyonel kedi görüyorum. Kedi bana aç aç bakıyor.ben ona artık annemi özlediğim için konuşmamak istemediğimi ancak rasyonel anne kedisiyle gidip gitmesini istedim işte. Kedi bana bakıp gitti. Ben gece korkunca istemediğim kitaplar okuyup anlamadığım annelere saygı duyuyorum. Ataya saygı hamurumun içinde varmış. Benim hamurum orda. Annem beni sevip özler. Ben de böylece yalnızken annemi düşünüp irrasyonel kedi gibi annemin peşinden gidemem. Sonra annemi de rasyo...Neyse...
*Ah Muhsin Ünlü
*Ah Muhsin Ünlü
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)