Cana'da Düğün, rönesans ressamlarından Paolo Veronese'e ait
bir tablo. Louvere müzesinde Mona Lisa ile karşılıklı duruyormuş. Resim
İsa'nın, krallar ve kraliçelerin davetli olduğu zengin bir düğünde, şarabın
bitmesi üzerine suyu şaraba dönüştürdüğü mucizeyi tasvir ediyormuş. Bense bir
düğün salonu garsonu olarak, nispeten daha basit bir düğünde biraz toz içecekle
suyu limonataya dönüştürürken kimsenin tasvir etmeye değer görmediği bir
tablonun parçasıyım.
Yere
atılmış çerez kabukları, masalara dökülmüş meşrubatlar, memleketin katledilmiş
türkülerinin, yine memleketin en berbat sesli adamları tarafından işkence
mağduru gibi bağıran bir org eşliğinde söylendiği bir tablo... Yetmiyormuş gibi
tüm bu gürültünün, kutu kadar salona Pink Floyd'un Wembley konserinde
kullandığı kadar büyük bir ses sistemiyle verilmesi de cabası... Bu arada bir
düğün salonu garsonunun Pink Floyd dinlemesinin insanlara tuhaf gelişini bir
parça anlıyorum ama duvardaki başka bir
tuğla olabilmek için gittiği özel okulda "The Wall" tişörtü
giyenlerin neden insanları daha az rahatsız ettiğini anlamıyorum. Hem bakmayın
bu halime, dışarıda benim de "The Wall" tişörtüm, taşlanmış kotlarım
filan var. Ama yalnızca akşam olup, güneş batınca beni, kısa kollu beyaz
gömleğim, üzerine siyah papyonumla fonda Lorke çalan bir salonda garson olarak
gören insanların, bu dönüşümümden habersiz olmaları çok doğal. Dönüşüm
derken, hani şu Kafka'nın Gregor Samsa'sı gibi. Zavallı Gregor, eminim ona da
dönüşümü bu kadar acı vermiştir. Şaşırmayın efendim, düğün salonu garsonları
da, düğün salonu garsonu olmadıkları zamanlarda Kafka okur...
Abartılı
makyajlar, bir hipnoz deneyinde rastgele hareket eden renkli noktalara benzeyen
rengarenk giyinmiş kadınlar, yarısı sönmüş balonlarla yapılan süslemeler,
duvarlarının bir kısmı rutubetli olan düğün salonuyla tuhaf bir şekilde görsel
bir bütünlük oluşturuyor... Kötü bir yerel ressamın soyut bir resmi olsaydı bu,
adı uyumsuzluğun uyumu olurdu herhalde. Tarif edilemez yapay bir atmosfer...
Sadece bardaklar, çatallar değil, her şey plastik gibi, davetliler
bile...Oğullarına kız beğenmeye gelmiş teyzelere kendini beğendirmek için
saatlerce süslenen kızlar dahi o kapıdan girince tüm güzelliklerini kaybediyor.
Cannes'da Kristen Dunst'ın giydiği kıyafetin birebir benzerini giydiğinden
habersiz kız, balonlarla, fon kağıdıyla süslenmiş, ortalıkta veletlerin
koşuşturduğu bir düğün salonunda, fonda o çekilmez org sesi varken ne yaparsa
yapsın daha kapıdan girerken buharlaşmaktan kurtulamıyor. Hele o Adile Naşit
fiziği ile, her hallerinden bir kaç sene önce aldıkları ve yalnızca düğünden
düğüne giydikleri belli olan pullu parlak elbiselerine zorla sığdırılmış orta
yaş üstü teyzeler, bu suni eğlencenin en neşelileri. Bir an bu teyzeleri
görünce aklıma Requim For A Dream
filmindeki Sara geliyor. Rüyaya Ağıt... Rüyaya Ağıt... O an boğazınıza sert bir
şey oturup kalıyor, yutkunamıyorsunuz. Masada devrilmiş bir plastik bardağa
saplanıp kalıyor bakışlarınız bir yerden sonra. Bardaktan süzülüp, masanın
kenarından damlayan o sarı meşrubatın tek tek damlayışını izliyorsunuz. Bütün
salondaki o konuşmalar, kahkahalar, gürültülü müzik tam o anda duyulmaz oluyor.
Zaman yavaşlıyor ve masanın kenarından damlayan meşrubatın ritmine ayak
uyduruyor sanki. Sanki yere düşen damlanın sesini duyabiliyorsunuz. Her damlada
içinizde bir öfke kabarıyor. Hababam sınıfının yıl sonu eğlencesinde Ferit'in
çocuğuyla salona giren okul müdürü gibi "durdurun bu rezaleti" diye haykırarak bitirmek istiyorsunuz bu berbat tiyatro oyununu,
bıçak gibi kesmek istiyorsunuz tüm bu sahteliği ama olmuyor. Biri dürtüyor
omzunuzun arkasından "yeğenim bizi bi çek bakalım" diyerek bir
telefon uzatıyor size yerinden kalkmadan. Suratının orta yerine yumruğu
indiremiyorsunuz orada. Çünkü oğullarını, kızlarını, yeğenlerini filan
evlendiriyorlar. Bu onların en mutlu günü ve hepsini memnun etmek zorundasınız.
Gülümseyerek bir de
"bu taraftan çekeyim" diyorsunuz. Bir bok olacağı
yok ama onların fotoğrafta güzel çıkmasını istediğinizi, bunu önemsediğinizi
göstermeniz gerek. Salonun tenha bir köşesinde bir hanım küçük çocuğunu, boş
meşrubat şişesine işetmeye çalışıyor, tuvalette çok sıra var çünkü. O sidik
kokan pis şişeyi de süpürmek zorunda kalacak olmanıza rağmen bir şey
diyemezsiniz. Çünkü gidip birazdan geline çeyrek takacak bu kadının, altınını
takarken keyfinin kaçmamış olması gerek. Bu görgüsüz sarhoş sürüsüne uşaklık
etmek ne kadar ağır gelse de, sizi sigara almaya gönderen sığırın bile gönlünü
yapmalısınız. Üstelik biraz temiz hava alabilmek için tek şansınız. Masalar ve
mutfak arasında atılan on binlerce adım, ayağınıza vuran kundura, saatlerce
ayakta durmaktan taş gibi kesilmiş sırt...
Düğün
bitiyor. En sona sarhoşlar kalmış. Bir ellerinde onların ceketlerini taşıyan,
öbür elleriyle kollarına giren yaşça daha genç adamların omzuna, terden
sırılsıklam gömlekleriyle yaslanarak salondan yavaş yavaş çıkıyorlar. Diğer
yanda, tek bir org ve bir vokalden oluşan orkestra, ses sisteminin kablolarını
topluyor. Ben ise yere dökülen meşrubat, çerez, patlamış balon parçaları ve
yırtılmış fon kağıdından oluşan enkazı süpürürken, bir yandan Veronese'ın Cana'da Düğün tablosunda efendisine şarap sunan siyahi köleyi düşünüyorum. Acaba içinden genç çifte mutluluklar dilemiş midir?
*SatürnSakini
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder