MÜNZEVİLER DERGAHI
10 Ağustos 2021 Salı
25 Ekim 2020 Pazar
Confusion
" Biz bile bilemeyiz çoğu zaman neyi neden hissettiğimizi. İsmi konmadığı zaman daha çok hoşumuza gider bazı şeyler. Kontrolümüz altında olduğunu düşünüyoruz belki bu şekilde, bilemiyorum. ya da sadece o kadarını istiyoruz.
İltifatlar, imayla ifade edilen hoşlanmalar. Bazen bunun ötesini istemiyor olabiliriz, bunun ötesine geçince ne yapacağını bilemiyor olabiliriz. Ne bileyim belki de böyle değil, belki de böyle"
23 Ekim 2020 Cuma
Fantastik Bir Kış Öyküsü
"
Derginin yeni sayısının baskıya teslim edilmesine bir hafta kalmıştı. Editörün “yazısını
teslim etmeyen bir sen kaldın” diyen sitem dolu telefonuyla öğrendim bunu. Oysa
zamandan, tarihten, vakitten çoktan kopmuştu ruhum. Tarih bugünden 3500 yıl
önce ya da 3500 yıl sonra olsa çevremdekiler dışında hiçbir şey değişmezdi
ruhumda. Yine aynı yerde, aynı boşluk duygusuyla oturuyor olurdum.Dosya konusuna dair bir şiir yazmalıymışım bu
sayıda. Terzi değilim ulan ben, düğün gününe yetişecek, üzerinize tam oturacak
elbise dikmiyorum, şiir yazıyorum diyemedim işte. Başımı kaldırıp saate baktım,
zaman yeniden bir ünsiyet kurdu benimle. Vakit gece yarısını iki saat geçmişti.
Kül tablasında Sezai Karakoç’un yalnızlığı kadar sigara külü birikmişti ve ben
tek dize dahi yazamamıştım. Sigara külü kadar yalnızlık düşüncesi hoşuma gitti, bir sigara külü kadar daha eklemek
istedim yalnızlığa. Paket çoktan bitmişti. Masada duran çakmağı faydalı kılmak
adına bir paket daha almam gerektiğini düşündüm. Zira şiir yazamayan üçüncü
sınıf bir şairin masasında duran çakmak çok tehlikeli olabilir. Ansızın bir
cinnet hali, tüm imla hatalarını, anlatım bozukluklarını ve en sonunda yazılmış
tüm şiirleri kundaklamak veya tüm kötü şairleri yakmak için kullanılabilir. Pek bilinmez ama dünyadaki
en acımasız kıyamet senaryolarından birisidir şair cinneti.
Çıkmadan mutfağa uğradım. Buzdolabının üzerinde biber şeklinde bir magnetle
tutturulmuş liste ilişti gözüme. "Tuz, Kağıt Havlu, Ekmek ve yara bandı." Ne çok
yara var memlekette ve ne kadar az yara bandı... Listeyi yanıma aldım. Sigara alacağım
yerden, listedeki diğer eksikleride almayı planlıyordum kafamda. Neticede eksik kalan her şey,
sonunda şiire dönüşecek bir hüzün doğuramıyordu. Hem biraz temiz hava alırsam, uykum açılır.
Ismarlama şiirin başına yeniden oturabilmek için de iyi olur diye düşündüm. Kar yağıyordu.
saat geç olduğu için iki sokak ötedeki tekel büfeye gidebilirdim ancak. Yol boyunca benliğimden eksilmiş hisleri de tamamlama konusunda neden bu kadar tutarlı olamadığımla ilgili bir muhakemeye tutuştum kendimle. Soğuk kış gecelerinin insan ruhuna lütuflarından biri de insanın kendi içine dönebilmesine, kendiyle muhakeme edebilmesine imkan tanımasıdır bence. Sigara, tuz ve yara bandını alıp çıktım. Eve
dönüyordum. Evimiz tenha bir sokakta olduğundan bembeyaz yolda, henüz kimsenin
bozmadığı karın üzerine botlarımın izinin çıkması hoşuma gidiyordu. İnsanlar
genelde geçtikleri yerlere iz bırakma eğiliminde oluyorlar nedense. Sonsuza
kadar kalıcı olmadığını bilseler bile vazgeçemiyorlar bundan. İçimizde var olan
tuhaf, hastalıklı bir içgüdü işte... Okulda sıralara, gittiğimiz pikniklerde
ağaçlara isim kazımak, kumsalda dalgaların çekildiği yerdeki çamura isim
yazmak, tuvalet kapılarının arkasına, otobüs duraklarına, metro istasyonlarına,
bilbordların kenarına köşesine, trafik levhalarına... Hastalıklı insan egosu nasıl iflah olmaz bir şey. Modern insanın egosu,
bin yıl önce inşa ettirdikleri mabedlerin duvarlarına, fethettikleri toprakların saraylarına isimlerini kazıttıran fatihler, imparatorlar kadar büyük müydü? Üstelik hiçbir şey başarmamışken... Şah Cihan'a Mümtaz Mahal için Tac Mahal'i yaptırtan duygu ile Ali'ye lise duvarına "ali ♥ leyla " yazdıran aynı duygu olabilir miydi? Bir şiir çıkar mıydı buradan? Tüm bunları düşünürken, çok iyi sıkıştırılmış bir kar topu tam kulağımda patladı. Kulağım, sanki ince bir kağıt kesiği yemiş gibi sızlıyordu. Profesyonel bir atıştı. çok iyi hazırlanmış bir kar topuyla, kartopunun insana en çok acı verdiği noktaya… Durup etrafıma baktım, kendi çevremde bir tur attım. etrafta kimse yoktu. başımı biraz yukarı kaldırıp apartmanların camlarına bakarak, öncekinin aksi yönde ve daha yavaş bir tur daha attım kendi eksenim etrafında. Tam turumu tamamlarken
karşımda üç adet kardan adam gördüm. Ellerinde çatılardan, araba tamponlarından
aldıkları sivri buz sarkıtları vardı.
-Ne istiyorsunuz?
+İntikam! Yıllardır kardan adamlara yapılan soykırımın intikamı.
İri cüssesiyle orantılı kalın bir sesi vardı ve tam da bir kardan adama yakışacak
kadar soğuk bir ses tonu ile konuşuyordu. Bir ara söylediklerinden koptum,
sadece kömürden yapılmış ağzının hareketlerine, hipnotize olmuş gibi
bakıyordum. Muhtemelen ölmek üzere olan birisi olarak, garip bir şekilde
konuşurken neden ağızlarından buhar çıkmadığını sorguluyordum içimden. Oysa bu
havada nefes alırken ben nerdeyse bir ejderha gibi soluyordum. Birden ses
tonunun iyice yükselmesi ile irkildim, artık konuşmuyor kükrüyordu.
Bana doğru hareketlenmek üzere olduğu hissine kapılarak, nutkunu bitirmeden araya girdim.
Ölecek olsam bile bir korkak gibi yalvararak ölmek yerine, dövüşerek ölmenin
erdemi üzerine ben de içimde kendime nutuklar çekiyor, kendimi
cesaretlendiriyordum. İstemsiz, mücadele etmek niyetinde olduğumu göstermekle, bir
yandan da onları daha da öfkelendirmekten korkmak arasında cılız bir tehdit
çıkıverdi ağzımdan. Aslında tehdit bile değildi, ancak bir tehdit teşebbüsü
olabilirdi. "-Bana doğru bir adım daha atarsan…!..." Her halimden blöf yaptığım anlaşılıyordu.
Bu kadar cılız bir tehdit savurduğum için ve tehdidim karşımdakini korkutmadığı için söylediklerimi hiç söylememiş olmayı
diliyordum içimden. Onları korkutmak için kalkıştığım bu teşebbüs ile hiçbir
şey söylemeden durarak bile görünebileceğimden daha korkak görünmeyi nasıl
başarmıştım. Nasıl her başladığım şeyi böyle yarımbırakarak, hiç başlamadan önceki halinden bile daha kötü hale getirip mahvedebiliyordum.
Utanç ve çaresizlik içinde sanırım tehdidimi biraz güçlendireceğini düşünerek refleks ile elimdeki poşeti, vurmaya hazırlanmışım gibi kaldırdım.
Bu kez öfkeli ses tonuna biraz da alaycı bir ifade katarak devam etti: Seni öldürmeyeceğim
küstah! Bacaklarına sapladığım şu sarkıtlarla birlikte burada bırakacağım
öylece. Yürüyemeyeceksin, bir yere gidemeyeceksin. Donarak yavaş yavaş
öleceksin. Bu, buz sarkıtları damarlarındaki sıcacık kanla eriyip gidecek. Bacağında
iki kocaman delikle, şurada donarak öleceksin! Üstelik güneş doğduğunda
nasıl öldüğünü bile anlamayacaklar, hiçbir delil bulamayacaklar dedi. Hayatım gözlerimin önünden bir
film şeridi gibi, kötü bir filmin film şeridi gibi geçerken birden aklıma bir
şey geldi; Belediyenin yol çalışmaları için kullandığı tuzlama arabaları...
Zihnimde parlayan kirli, sarı renk belediye aracı henüz tam planlı bir
düşünceye dönüşmeye fırsat bulmamış görselden ibaretken, ani bir hareketle poşetinin
içindeki tuz paketine tüm gücümle tırnaklarımı geçirip parçalayarak bir avuç
tuz aldım ve konuşanın yüzüne doğru savurdum. Kardan adam acı içinde bir
kükremeyle iri parçalı şiddetli bir tipi gibi dağıldı etrafa. Ne olduğunu
anlamadan ben ve diğer iki kardan adam birkaç saniye süren, şiddetli bir
tipinin ortasında kaldık. Tipi dağılınca diğer iki kardan adam yerde duran
havuca ve kömür parçalarına bakıyorlardı. Karşımda nutuk atan kardan adamdan
geriye yüzünün büyük bir bölümü, yuvarlak gövdesinin sağ omuz kısmı olmayan bir
kar kütlesi duruyordu.
Onlar olayın şokundayken ben çoktan paketten bir avuç daha tuz alıp, sımsıkı tuttuğum sağ yumruğumun içine havaya
kaldırmıştım. Bu kez en sert yüz ifademi takınarak, kararlı ve gür bir ses
tonuyla başka isteyen var mı diye sordum. Tehdidimi daha da güçlü göstermek
için daha güçlü nefes alıp vererek ağzımdan ve burnumdan daha fazla duman
çıkarmaya çalışıyordum.
Sonra uyandım. Oda karanlıktı. Duvarlarda yalnızca açık kalan televizyon ekranının aydınlığı kımıldıyordu. Televizyona döndüm, ilk anda ekranın parlak ışığı gözlerimi yaktı. Bir kaç saniye içinde gözlerim alışmıştı. Uyurken açık bırtaktığım televizyonda, iklim ve küresel ısınma temalı sıkıcı tartışma programı devam ediyordu. Sarıldığım battaniyeden çıkmadan ayağa kalktım. Battaniyeye sarılı vaziyette dolaşıyordum evin içinde. Televizyonu kapattım. Parmağımın ucuyla perdeyi hafifçe araladım. Kar, dışarıda şiddetini iyice arttırmıştı. Masa lambasının cılız parlaklığı ancak masada duran kağıdı ve kül tablasını aydınlatmaya yetebilen kendine münhasır bir alanda televizyon ekranın ışığına karşı kazandığı zaferin mağrurluğunu yaşıyordu.. Masada ağzına kadar dolu bir küllük ve sadece başlığı atılmış ısmarlama bir şiir teşebbüsü vardı; "KIŞ SONATI."
Soğuk kış gecelerinin insan ruhuna lütuflarından biri de insanın kendi içine dönebilmesine, kendiyle muhakeme edebilmesine imkan tanımasıdır. İnsanın, kimseye okutmayacağı şiirler yazması da insanın kendiyle hesaplaşabilmesinin başka bir yoludur.
8 Kasım 2019 Cuma
Cana'da Düğün, Bana da Düğün.
Cana'da Düğün, rönesans ressamlarından Paolo Veronese'e ait
bir tablo. Louvere müzesinde Mona Lisa ile karşılıklı duruyormuş. Resim
İsa'nın, krallar ve kraliçelerin davetli olduğu zengin bir düğünde, şarabın
bitmesi üzerine suyu şaraba dönüştürdüğü mucizeyi tasvir ediyormuş. Bense bir
düğün salonu garsonu olarak, nispeten daha basit bir düğünde biraz toz içecekle
suyu limonataya dönüştürürken kimsenin tasvir etmeye değer görmediği bir
tablonun parçasıyım.
Yere
atılmış çerez kabukları, masalara dökülmüş meşrubatlar, memleketin katledilmiş
türkülerinin, yine memleketin en berbat sesli adamları tarafından işkence
mağduru gibi bağıran bir org eşliğinde söylendiği bir tablo... Yetmiyormuş gibi
tüm bu gürültünün, kutu kadar salona Pink Floyd'un Wembley konserinde
kullandığı kadar büyük bir ses sistemiyle verilmesi de cabası... Bu arada bir
düğün salonu garsonunun Pink Floyd dinlemesinin insanlara tuhaf gelişini bir
parça anlıyorum ama duvardaki başka bir
tuğla olabilmek için gittiği özel okulda "The Wall" tişörtü
giyenlerin neden insanları daha az rahatsız ettiğini anlamıyorum. Hem bakmayın
bu halime, dışarıda benim de "The Wall" tişörtüm, taşlanmış kotlarım
filan var. Ama yalnızca akşam olup, güneş batınca beni, kısa kollu beyaz
gömleğim, üzerine siyah papyonumla fonda Lorke çalan bir salonda garson olarak
gören insanların, bu dönüşümümden habersiz olmaları çok doğal. Dönüşüm
derken, hani şu Kafka'nın Gregor Samsa'sı gibi. Zavallı Gregor, eminim ona da
dönüşümü bu kadar acı vermiştir. Şaşırmayın efendim, düğün salonu garsonları
da, düğün salonu garsonu olmadıkları zamanlarda Kafka okur...
Abartılı
makyajlar, bir hipnoz deneyinde rastgele hareket eden renkli noktalara benzeyen
rengarenk giyinmiş kadınlar, yarısı sönmüş balonlarla yapılan süslemeler,
duvarlarının bir kısmı rutubetli olan düğün salonuyla tuhaf bir şekilde görsel
bir bütünlük oluşturuyor... Kötü bir yerel ressamın soyut bir resmi olsaydı bu,
adı uyumsuzluğun uyumu olurdu herhalde. Tarif edilemez yapay bir atmosfer...
Sadece bardaklar, çatallar değil, her şey plastik gibi, davetliler
bile...Oğullarına kız beğenmeye gelmiş teyzelere kendini beğendirmek için
saatlerce süslenen kızlar dahi o kapıdan girince tüm güzelliklerini kaybediyor.
Cannes'da Kristen Dunst'ın giydiği kıyafetin birebir benzerini giydiğinden
habersiz kız, balonlarla, fon kağıdıyla süslenmiş, ortalıkta veletlerin
koşuşturduğu bir düğün salonunda, fonda o çekilmez org sesi varken ne yaparsa
yapsın daha kapıdan girerken buharlaşmaktan kurtulamıyor. Hele o Adile Naşit
fiziği ile, her hallerinden bir kaç sene önce aldıkları ve yalnızca düğünden
düğüne giydikleri belli olan pullu parlak elbiselerine zorla sığdırılmış orta
yaş üstü teyzeler, bu suni eğlencenin en neşelileri. Bir an bu teyzeleri
görünce aklıma Requim For A Dream
filmindeki Sara geliyor. Rüyaya Ağıt... Rüyaya Ağıt... O an boğazınıza sert bir
şey oturup kalıyor, yutkunamıyorsunuz. Masada devrilmiş bir plastik bardağa
saplanıp kalıyor bakışlarınız bir yerden sonra. Bardaktan süzülüp, masanın
kenarından damlayan o sarı meşrubatın tek tek damlayışını izliyorsunuz. Bütün
salondaki o konuşmalar, kahkahalar, gürültülü müzik tam o anda duyulmaz oluyor.
Zaman yavaşlıyor ve masanın kenarından damlayan meşrubatın ritmine ayak
uyduruyor sanki. Sanki yere düşen damlanın sesini duyabiliyorsunuz. Her damlada
içinizde bir öfke kabarıyor. Hababam sınıfının yıl sonu eğlencesinde Ferit'in
çocuğuyla salona giren okul müdürü gibi "durdurun bu rezaleti" diye haykırarak bitirmek istiyorsunuz bu berbat tiyatro oyununu,
bıçak gibi kesmek istiyorsunuz tüm bu sahteliği ama olmuyor. Biri dürtüyor
omzunuzun arkasından "yeğenim bizi bi çek bakalım" diyerek bir
telefon uzatıyor size yerinden kalkmadan. Suratının orta yerine yumruğu
indiremiyorsunuz orada. Çünkü oğullarını, kızlarını, yeğenlerini filan
evlendiriyorlar. Bu onların en mutlu günü ve hepsini memnun etmek zorundasınız.
Gülümseyerek bir de
"bu taraftan çekeyim" diyorsunuz. Bir bok olacağı
yok ama onların fotoğrafta güzel çıkmasını istediğinizi, bunu önemsediğinizi
göstermeniz gerek. Salonun tenha bir köşesinde bir hanım küçük çocuğunu, boş
meşrubat şişesine işetmeye çalışıyor, tuvalette çok sıra var çünkü. O sidik
kokan pis şişeyi de süpürmek zorunda kalacak olmanıza rağmen bir şey
diyemezsiniz. Çünkü gidip birazdan geline çeyrek takacak bu kadının, altınını
takarken keyfinin kaçmamış olması gerek. Bu görgüsüz sarhoş sürüsüne uşaklık
etmek ne kadar ağır gelse de, sizi sigara almaya gönderen sığırın bile gönlünü
yapmalısınız. Üstelik biraz temiz hava alabilmek için tek şansınız. Masalar ve
mutfak arasında atılan on binlerce adım, ayağınıza vuran kundura, saatlerce
ayakta durmaktan taş gibi kesilmiş sırt...
Düğün
bitiyor. En sona sarhoşlar kalmış. Bir ellerinde onların ceketlerini taşıyan,
öbür elleriyle kollarına giren yaşça daha genç adamların omzuna, terden
sırılsıklam gömlekleriyle yaslanarak salondan yavaş yavaş çıkıyorlar. Diğer
yanda, tek bir org ve bir vokalden oluşan orkestra, ses sisteminin kablolarını
topluyor. Ben ise yere dökülen meşrubat, çerez, patlamış balon parçaları ve
yırtılmış fon kağıdından oluşan enkazı süpürürken, bir yandan Veronese'ın Cana'da Düğün tablosunda efendisine şarap sunan siyahi köleyi düşünüyorum. Acaba içinden genç çifte mutluluklar dilemiş midir?
*SatürnSakini
29 Temmuz 2019 Pazartesi
100 puanlık uzmanlık sorusu
lüzumsuz sorularla meşgul etme beni
üç bin iki yüz küsür yıl önce zayi eyledim cevapları
nergis kokusu, ölüm korkusu
ve yaşamak arzusu arasında bir yerde
lüzumsuz sorularla meşgul etme beni
konut kredisi faizi hesaplarken
avrupa tatiline gitmek için yuronun düşmesini beklerken
ve 268 parça porselen yemek takımınla kayınvalideni ağırlarken
ve seni çiçekle geçiştirip sana hiç şiir yazmamış o adama
akşam ne yemek yapayım diye sorarken...
sahi bundan daha lüzumsuz bir soru olabilir mi?
sorup durma işte!
üzgünüm, bu konuda sana yardımcı olamam.
aslında birbirinden bağımsız ikisi.
mütemadiyen üzülmek halim, sadece bu defa sana yardımcı olamayacağım bir âna da denk gelmiş olabilir,
neyse bu başka bir yaranın konusu,
aslında itiraf edeyim, sana nasıl yardımcı olabilirim bilmiyorum. Yardıma muhtaçken zatı şahanem.
müşteri temsilcin değilim ben,
oysa bir iyelik ekiyle tarafına zimmetlenmiş başka bir çok şey olabilirdim.
yine de tüm görüşmelerimiz ve belki görüşmemelerimiz dahi
çoktan kayıt altına alınmıştır, ruz-i mahşerde.
pek lüzumlu, mühim sorular olarak karşımıza çıkacak muhtemelen,
o yüzden lüzumsuz sorularla meşgul etme beni
hatta lüzumsuzsa söndür tüm ışıkları
karanlıkta kime istersen ona benzer herkes nasılsa
çok önceleri bir teselli cümlesi olarak söylemişti birisi
gerçek olmaması için çok dua ettim, hem de karanlıkta.
aslında sormak istediğim çok şey var.
Bir "Nasılsın.." mesela...
Lüzumsuz olmasından çok korkuyorum.
bazı sorular, bir cevaba ait değildir oysa.
mühim olan sorulabilmesidir,
kendi kedine müsait bir cevap bulur.
cevabın üzerine kıvrılıp uyur mırlayarak. (buradan çok güzel bir müezza hikayesine bağlanabilirdi aslında)
mühim olan sorunun ne kadar lüzumlu olduğu muhakkak.
ama çoğu zaman ayırt edemiyorum elzem ile mülzemi
üzerine yapışmış bir mülzemlikle yaşamanın ağırlığını sorsaydın mesela
çok yerinde bir soru olurdu.
*SatürnSakini
26 Mayıs 2019 Pazar
Sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir.
Rivayet o ki, Behzat amirimin dizisi geri dönüyormuş. Nedense içimde eski tadını vermeyecekmiş gibi bir his var. Genelde öyle olur. bu tip işler bir iç kabz halinin kabuğunu kırması ile peyda olur. Sonra her şey zamanla bozulur gider. Ne diyorlardı adına; "entropi." Belki de ben eski tadımda olmadığım için artık tekrarı yapılan, yitirilip geri dönen hiçbir şey bana eski tadı vermiyor.
*SatürnSakini
İlk kez bir kabz halinin kabuğunu kırması ile okumaya başlamıştım Afilli Filintalar'ı. İlk kez orada tanıştım Emrah Serbes ile. Pek tanınmış biri değildi, bir iki polisiye romanı yayınlanmış, Afilli Parçaları birleştirmekle meşgul bir adamdı. Tabi o zamanlar Behzat amirim henüz Erdal Beşikçioğlu suretine bürünmemişti. Sonra Behzat Ç. Erdal Beşikçioğlu suretine büründü, görünür oldu. Emrah Serbes afilli parçaları yarım bıraktı. Onun hikayesi bambaşka bir yere evrildi. Belki kaldıramadı bu popülizmi, belki hep böyle bir adamdı bilmiyorum. Belki onun kabz halinin kabuğunu kırması onun hakkında pek hayırlı olmadı. Her temas iz bıraktı ve hikayenin gerisi bildiğiniz gibi. Belki benim kabz halinden çıkışımda benim için pek iyi olmadı. Belki kamil bir insan olmanın "o hal" üzere sabit kalabilmekle doğrudan bir bağı vardı.
Zaten sürekli mutlu olamaz bence insan. Sürekli mutlu da olmamalı, olamamalı. Şimdilerde bu çok matah bir şey gibi anlatılıyor. İnsanın her an mutlu olmaması tedavi edilmesi gereken bir hastalıkmış gibi. Başarı sürekli mutlu olmakla ölçülen bir şeymiş gibi... Sanki sürekli gülmeye mecburmuşuz gibi, her acımızı unutmakla daha iyi insan olacakmışız gibi... Sanki herkes tesirli bir uyuşturucunun etkisi altında gibi umursamaz. Acı çekmiyor, canı yanmıyor, hissiz. Her acıdan, her yaradan bir an önce kurtulup yoluna devam etmek, fotoğraflarda gülümsemek ya da sadece gülümseyen fotoğraflar paylaşmak hayatın amacıymış gibi. İçten içe kendimizi bile inandırmayı başarabildiğimiz bir sahtelik var sanki bu işte. Ne diyordu Calvino abimiz, bir süre sonra bu sahtelikle o kadar bütünleşiyor ki insan, onu hakikatin yerine koyuyor, Hakikat olabilir mi bu gerçekten? Acı çekmiyorsa, hissizleşmişse, ağlayamıyorsa karanlıkta ve yalnızken, bir sonraki kırmızı ışıkta unutabiliyorsa, bir önceki trafik ışıklarında boynunda açım yazısıyla dolaşan en fazla 6 yaşındaki çıplak ayaklı çocuğu.... Bir terslik yok mu bunda? Oysa acı çekmek iyidir bazen, insan olduğunu hatırlatır insana, yaşadığını hatırlatır. Derin bir acıdan sonra gelen gülümsemenin o sıcacık, insanın içine sığmayan o duygusunun, fotoğraflarda somurturken çıkmaktan kaçınmak için taktığı maskeden daha değerli olur.
Elbette kara bir karamsarlıkla hayatı zindan etmemeli insan. Ama hayat hala yaşamaya değerse, değerliyse, hala o sahte sarhoşluğa kaptırmamayı başarabilmişsek kendimizi, acısıyla da, sevinciyle de, o an yaşanan hakikat neyse onunla yüzleşebilmeli..Acı çekmesi gerekiyorsa o an, acı çekmeli insan, değer verdiği bir şeyleri yitirdiğinde, haksızlığa uğradığında, canını yandığında mesela...Hem belki acı çekmezse yitirdiğinde, değer verdiği şeyleri yitirmemek için mücadele de etmez, haksızlık karşısında susup, boynunu büker ve bu bir süre sonra normalleşmeye başlar. Veya o an mutlu olunması gerekiyorsa mutlu olmalı.Yeniden bulmuşsa yitirdiği bir şeyi, görebiliyorsa hakettiği değeri, bir lütuf gibi sunulmuşsa ona sıcacık bir huzur.
O yüzden Behzat amirin o karamsar, tutunamayan tarafında hep kendime yakın bir şeyler bulmuşumdur. Harun'un, Akbaba'nın, Hayalet'in yaralı taraflarında, tüm tutunamayanların hikayelerinde olduğu gibi beni çeken bir şeyler oluyor hep. Sabahattin Ali'nin Raif efendisi, Anayurt Oteli'nin Zebercet'i, Mecidi'nin Baran'ı, Tehlikeli Oyunlar'ın Hikmet Benol'ü, Tutunamayanların Selim Işık'ı, 8 gün'ün Ali'si, belki daha çok Zeyneb'i, Yozgat Blues'un Yavuz'u, Nesli Çölgeçen'in Züğürt Ağas'ı, Lütfü Akad'ın Gelin'i, Bukowski'nin Henry Chinaski'si liste daha uzar gider... Belki bir ara bende tüm bu isimleri bir araya toplayıp bir kaybedenler kulübü hakkında bir iki şey karalarım.
23 Nisan 2019 Salı
SATÜRN RADYOSU ŞARKILARI-10
Sene 2007'nin sonları bolca Iron Maiden, Metallica dinlediğimiz dönem, ergenliğimizden yeni yeni kurtulmuşuz. Hızlı ve sert müziğin aslında en iyi müzik demek olmadığını öğreniyoruz yavaş yavaş. Ancak ergenliğin garip melakolisi devam ediyor, çok uzun yıllar da içe dönük bir kişilik olarak tezahür edecek ve bırakmayacak yakamızı. Telefonlar artık polifonik olmaktan çıkmış, baya mp3 formatında müzikler yükleyebiliyoruz. Mp3 çalarlarda, telefonlarda bolca Opeth, Anathema filan var. Yerlilerden de Redd diye bir grup bulmuşuz, çok uzun yıllar melankolimizle arkadaşlık etmeye devam edecek ama o zaman biz bundan habersiziz. Sonra başka bir şehir, sonra üniversite yılları, sonra...Sonrası epey karışık.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)