26 Mayıs 2019 Pazar

Sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir.

Rivayet o ki, Behzat amirimin dizisi geri dönüyormuş. Nedense içimde eski tadını vermeyecekmiş gibi bir his var. Genelde öyle olur. bu tip işler bir iç kabz halinin kabuğunu kırması ile peyda olur. Sonra her şey zamanla bozulur gider. Ne diyorlardı adına; "entropi."  Belki de ben eski tadımda olmadığım için artık tekrarı yapılan, yitirilip geri dönen hiçbir şey bana eski tadı vermiyor.



 İlk kez bir kabz halinin kabuğunu kırması ile okumaya başlamıştım Afilli Filintalar'ı. İlk kez orada tanıştım Emrah Serbes ile. Pek tanınmış biri değildi, bir iki polisiye romanı yayınlanmış, Afilli Parçaları birleştirmekle meşgul bir adamdı. Tabi o zamanlar Behzat amirim henüz Erdal Beşikçioğlu suretine bürünmemişti. Sonra Behzat Ç. Erdal Beşikçioğlu suretine büründü, görünür oldu. Emrah Serbes afilli parçaları yarım bıraktı. Onun hikayesi bambaşka bir yere evrildi. Belki kaldıramadı bu popülizmi, belki hep böyle bir adamdı bilmiyorum. Belki onun kabz halinin kabuğunu kırması onun hakkında pek hayırlı olmadı. Her temas iz bıraktı ve hikayenin gerisi bildiğiniz gibi. Belki benim kabz halinden çıkışımda benim için pek iyi olmadı. Belki kamil bir insan olmanın "o hal" üzere sabit kalabilmekle doğrudan bir bağı vardı.

Zaten sürekli mutlu olamaz bence insan. Sürekli mutlu da olmamalı, olamamalı. Şimdilerde bu çok matah bir şey gibi anlatılıyor. İnsanın her an mutlu olmaması tedavi edilmesi gereken bir hastalıkmış gibi. Başarı sürekli mutlu olmakla ölçülen bir şeymiş gibi... Sanki sürekli gülmeye mecburmuşuz gibi, her acımızı unutmakla daha iyi insan olacakmışız gibi... Sanki herkes tesirli bir uyuşturucunun etkisi altında gibi umursamaz. Acı çekmiyor, canı yanmıyor, hissiz. Her acıdan, her yaradan bir an önce kurtulup yoluna devam etmek, fotoğraflarda gülümsemek ya da sadece gülümseyen fotoğraflar paylaşmak hayatın amacıymış gibi. İçten içe kendimizi bile inandırmayı başarabildiğimiz bir sahtelik var sanki bu işte. Ne diyordu Calvino abimiz, bir süre sonra bu sahtelikle o kadar bütünleşiyor ki insan, onu hakikatin yerine koyuyor, Hakikat olabilir mi bu gerçekten? Acı çekmiyorsa, hissizleşmişse, ağlayamıyorsa karanlıkta ve yalnızken, bir sonraki kırmızı ışıkta unutabiliyorsa, bir önceki trafik ışıklarında boynunda açım yazısıyla dolaşan en fazla 6 yaşındaki çıplak ayaklı çocuğu.... Bir terslik yok mu bunda? Oysa acı çekmek iyidir bazen, insan olduğunu hatırlatır insana, yaşadığını hatırlatır. Derin bir acıdan sonra gelen gülümsemenin o sıcacık, insanın içine sığmayan o duygusunun, fotoğraflarda somurturken çıkmaktan kaçınmak için taktığı maskeden daha değerli olur. 

 Elbette kara bir karamsarlıkla hayatı zindan etmemeli insan. Ama hayat hala yaşamaya değerse, değerliyse, hala o sahte sarhoşluğa kaptırmamayı başarabilmişsek kendimizi, acısıyla da, sevinciyle de, o an yaşanan hakikat neyse onunla yüzleşebilmeli..Acı çekmesi gerekiyorsa o an, acı çekmeli insan, değer verdiği bir şeyleri yitirdiğinde, haksızlığa uğradığında, canını yandığında mesela...Hem belki acı çekmezse yitirdiğinde, değer verdiği şeyleri yitirmemek için mücadele de etmez, haksızlık karşısında susup, boynunu büker ve bu bir süre sonra normalleşmeye başlar. Veya o an mutlu olunması gerekiyorsa mutlu olmalı.Yeniden bulmuşsa yitirdiği bir şeyi, görebiliyorsa hakettiği değeri, bir lütuf gibi sunulmuşsa ona sıcacık bir huzur.

O yüzden Behzat amirin o karamsar, tutunamayan tarafında hep kendime yakın bir şeyler bulmuşumdur. Harun'un, Akbaba'nın, Hayalet'in yaralı taraflarında, tüm tutunamayanların hikayelerinde olduğu gibi beni çeken bir şeyler oluyor hep. Sabahattin Ali'nin Raif efendisi, Anayurt Oteli'nin Zebercet'i, Mecidi'nin Baran'ı, Tehlikeli Oyunlar'ın Hikmet Benol'ü, Tutunamayanların Selim Işık'ı, 8 gün'ün Ali'si, belki daha çok Zeyneb'i, Yozgat Blues'un Yavuz'u, Nesli Çölgeçen'in Züğürt Ağas'ı, Lütfü Akad'ın Gelin'i, Bukowski'nin Henry Chinaski'si liste daha uzar gider... Belki bir ara bende tüm bu isimleri bir araya toplayıp bir kaybedenler kulübü hakkında bir iki şey karalarım.


*SatürnSakini