25 Ekim 2020 Pazar

Confusion



" Biz bile bilemeyiz çoğu zaman neyi neden hissettiğimizi. İsmi konmadığı zaman daha çok hoşumuza gider bazı şeyler. Kontrolümüz altında olduğunu düşünüyoruz belki bu şekilde, bilemiyorum. ya da sadece o kadarını istiyoruz.
İltifatlar, imayla ifade edilen hoşlanmalar. Bazen bunun ötesini istemiyor olabiliriz, bunun ötesine geçince ne yapacağını bilemiyor olabiliriz. Ne bileyim belki de böyle değil, belki de böyle"

23 Ekim 2020 Cuma

Fantastik Bir Kış Öyküsü

" Derginin yeni sayısının baskıya teslim edilmesine bir hafta kalmıştı. Editörün “yazısını teslim etmeyen bir sen kaldın” diyen sitem dolu telefonuyla öğrendim bunu. Oysa zamandan, tarihten, vakitten çoktan kopmuştu ruhum. Tarih bugünden 3500 yıl önce ya da 3500 yıl sonra olsa çevremdekiler dışında hiçbir şey değişmezdi ruhumda. Yine aynı yerde, aynı boşluk duygusuyla oturuyor olurdum.Dosya konusuna dair bir şiir yazmalıymışım bu sayıda. Terzi değilim ulan ben, düğün gününe yetişecek, üzerinize tam oturacak elbise dikmiyorum, şiir yazıyorum diyemedim işte. Başımı kaldırıp saate baktım, zaman yeniden bir ünsiyet kurdu benimle. Vakit gece yarısını iki saat geçmişti. Kül tablasında Sezai Karakoç’un yalnızlığı kadar sigara külü birikmişti ve ben tek dize dahi yazamamıştım. Sigara külü kadar yalnızlık düşüncesi hoşuma gitti, bir sigara külü kadar daha eklemek istedim yalnızlığa. Paket çoktan bitmişti. Masada duran çakmağı faydalı kılmak adına bir paket daha almam gerektiğini düşündüm. Zira şiir yazamayan üçüncü sınıf bir şairin masasında duran çakmak çok tehlikeli olabilir. Ansızın bir cinnet hali, tüm imla hatalarını, anlatım bozukluklarını ve en sonunda yazılmış tüm şiirleri kundaklamak veya tüm kötü şairleri yakmak için kullanılabilir. Pek bilinmez ama dünyadaki en acımasız kıyamet senaryolarından birisidir şair cinneti. Çıkmadan mutfağa uğradım. Buzdolabının üzerinde biber şeklinde bir magnetle tutturulmuş liste ilişti gözüme. "Tuz, Kağıt Havlu, Ekmek ve yara bandı." Ne çok yara var memlekette ve ne kadar az yara bandı... Listeyi yanıma aldım. Sigara alacağım yerden, listedeki diğer eksikleride almayı planlıyordum kafamda. Neticede eksik kalan her şey, sonunda şiire dönüşecek bir hüzün doğuramıyordu. Hem biraz temiz hava alırsam, uykum açılır. Ismarlama şiirin başına yeniden oturabilmek için de iyi olur diye düşündüm. Kar yağıyordu. saat geç olduğu için iki sokak ötedeki tekel büfeye gidebilirdim ancak. Yol boyunca benliğimden eksilmiş hisleri de tamamlama konusunda neden bu kadar tutarlı olamadığımla ilgili bir muhakemeye tutuştum kendimle. Soğuk kış gecelerinin insan ruhuna lütuflarından biri de insanın kendi içine dönebilmesine, kendiyle muhakeme edebilmesine imkan tanımasıdır bence. Sigara, tuz ve yara bandını alıp çıktım. Eve dönüyordum. Evimiz tenha bir sokakta olduğundan bembeyaz yolda, henüz kimsenin bozmadığı karın üzerine botlarımın izinin çıkması hoşuma gidiyordu. İnsanlar genelde geçtikleri yerlere iz bırakma eğiliminde oluyorlar nedense. Sonsuza kadar kalıcı olmadığını bilseler bile vazgeçemiyorlar bundan. İçimizde var olan tuhaf, hastalıklı bir içgüdü işte... Okulda sıralara, gittiğimiz pikniklerde ağaçlara isim kazımak, kumsalda dalgaların çekildiği yerdeki çamura isim yazmak, tuvalet kapılarının arkasına, otobüs duraklarına, metro istasyonlarına, bilbordların kenarına köşesine, trafik levhalarına... Hastalıklı insan egosu nasıl iflah olmaz bir şey. Modern insanın egosu, bin yıl önce inşa ettirdikleri mabedlerin duvarlarına, fethettikleri toprakların saraylarına isimlerini kazıttıran fatihler, imparatorlar kadar büyük müydü? Üstelik hiçbir şey başarmamışken... Şah Cihan'a Mümtaz Mahal için Tac Mahal'i yaptırtan duygu ile Ali'ye lise duvarına "ali ♥ leyla " yazdıran aynı duygu olabilir miydi? Bir şiir çıkar mıydı buradan? Tüm bunları düşünürken, çok iyi sıkıştırılmış bir kar topu tam kulağımda patladı. Kulağım, sanki ince bir kağıt kesiği yemiş gibi sızlıyordu. Profesyonel bir atıştı. çok iyi hazırlanmış bir kar topuyla, kartopunun insana en çok acı verdiği noktaya… Durup etrafıma baktım, kendi çevremde bir tur attım. etrafta kimse yoktu. başımı biraz yukarı kaldırıp apartmanların camlarına bakarak, öncekinin aksi yönde ve daha yavaş bir tur daha attım kendi eksenim etrafında. Tam turumu tamamlarken karşımda üç adet kardan adam gördüm. Ellerinde çatılardan, araba tamponlarından aldıkları sivri buz sarkıtları vardı. -Ne istiyorsunuz? +İntikam! Yıllardır kardan adamlara yapılan soykırımın intikamı. İri cüssesiyle orantılı kalın bir sesi vardı ve tam da bir kardan adama yakışacak kadar soğuk bir ses tonu ile konuşuyordu. Bir ara söylediklerinden koptum, sadece kömürden yapılmış ağzının hareketlerine, hipnotize olmuş gibi bakıyordum. Muhtemelen ölmek üzere olan birisi olarak, garip bir şekilde konuşurken neden ağızlarından buhar çıkmadığını sorguluyordum içimden. Oysa bu havada nefes alırken ben nerdeyse bir ejderha gibi soluyordum. Birden ses tonunun iyice yükselmesi ile irkildim, artık konuşmuyor kükrüyordu. Bana doğru hareketlenmek üzere olduğu hissine kapılarak, nutkunu bitirmeden araya girdim. Ölecek olsam bile bir korkak gibi yalvararak ölmek yerine, dövüşerek ölmenin erdemi üzerine ben de içimde kendime nutuklar çekiyor, kendimi cesaretlendiriyordum. İstemsiz, mücadele etmek niyetinde olduğumu göstermekle, bir yandan da onları daha da öfkelendirmekten korkmak arasında cılız bir tehdit çıkıverdi ağzımdan. Aslında tehdit bile değildi, ancak bir tehdit teşebbüsü olabilirdi. "-Bana doğru bir adım daha atarsan…!..." Her halimden blöf yaptığım anlaşılıyordu. Bu kadar cılız bir tehdit savurduğum için ve tehdidim karşımdakini korkutmadığı için söylediklerimi hiç söylememiş olmayı diliyordum içimden. Onları korkutmak için kalkıştığım bu teşebbüs ile hiçbir şey söylemeden durarak bile görünebileceğimden daha korkak görünmeyi nasıl başarmıştım. Nasıl her başladığım şeyi böyle yarımbırakarak, hiç başlamadan önceki halinden bile daha kötü hale getirip mahvedebiliyordum. Utanç ve çaresizlik içinde sanırım tehdidimi biraz güçlendireceğini düşünerek refleks ile elimdeki poşeti, vurmaya hazırlanmışım gibi kaldırdım. Bu kez öfkeli ses tonuna biraz da alaycı bir ifade katarak devam etti: Seni öldürmeyeceğim küstah! Bacaklarına sapladığım şu sarkıtlarla birlikte burada bırakacağım öylece. Yürüyemeyeceksin, bir yere gidemeyeceksin. Donarak yavaş yavaş öleceksin. Bu, buz sarkıtları damarlarındaki sıcacık kanla eriyip gidecek. Bacağında iki kocaman delikle, şurada donarak öleceksin! Üstelik güneş doğduğunda nasıl öldüğünü bile anlamayacaklar, hiçbir delil bulamayacaklar dedi. Hayatım gözlerimin önünden bir film şeridi gibi, kötü bir filmin film şeridi gibi geçerken birden aklıma bir şey geldi; Belediyenin yol çalışmaları için kullandığı tuzlama arabaları... Zihnimde parlayan kirli, sarı renk belediye aracı henüz tam planlı bir düşünceye dönüşmeye fırsat bulmamış görselden ibaretken, ani bir hareketle poşetinin içindeki tuz paketine tüm gücümle tırnaklarımı geçirip parçalayarak bir avuç tuz aldım ve konuşanın yüzüne doğru savurdum. Kardan adam acı içinde bir kükremeyle iri parçalı şiddetli bir tipi gibi dağıldı etrafa. Ne olduğunu anlamadan ben ve diğer iki kardan adam birkaç saniye süren, şiddetli bir tipinin ortasında kaldık. Tipi dağılınca diğer iki kardan adam yerde duran havuca ve kömür parçalarına bakıyorlardı. Karşımda nutuk atan kardan adamdan geriye yüzünün büyük bir bölümü, yuvarlak gövdesinin sağ omuz kısmı olmayan bir kar kütlesi duruyordu. Onlar olayın şokundayken ben çoktan paketten bir avuç daha tuz alıp, sımsıkı tuttuğum sağ yumruğumun içine havaya kaldırmıştım. Bu kez en sert yüz ifademi takınarak, kararlı ve gür bir ses tonuyla başka isteyen var mı diye sordum. Tehdidimi daha da güçlü göstermek için daha güçlü nefes alıp vererek ağzımdan ve burnumdan daha fazla duman çıkarmaya çalışıyordum. Sonra uyandım. Oda karanlıktı. Duvarlarda yalnızca açık kalan televizyon ekranının aydınlığı kımıldıyordu. Televizyona döndüm, ilk anda ekranın parlak ışığı gözlerimi yaktı. Bir kaç saniye içinde gözlerim alışmıştı. Uyurken açık bırtaktığım televizyonda, iklim ve küresel ısınma temalı sıkıcı tartışma programı devam ediyordu. Sarıldığım battaniyeden çıkmadan ayağa kalktım. Battaniyeye sarılı vaziyette dolaşıyordum evin içinde. Televizyonu kapattım. Parmağımın ucuyla perdeyi hafifçe araladım. Kar, dışarıda şiddetini iyice arttırmıştı. Masa lambasının cılız parlaklığı ancak masada duran kağıdı ve kül tablasını aydınlatmaya yetebilen kendine münhasır bir alanda televizyon ekranın ışığına karşı kazandığı zaferin mağrurluğunu yaşıyordu.. Masada ağzına kadar dolu bir küllük ve sadece başlığı atılmış ısmarlama bir şiir teşebbüsü vardı; "KIŞ SONATI." Soğuk kış gecelerinin insan ruhuna lütuflarından biri de insanın kendi içine dönebilmesine, kendiyle muhakeme edebilmesine imkan tanımasıdır. İnsanın, kimseye okutmayacağı şiirler yazması da insanın kendiyle hesaplaşabilmesinin başka bir yoludur.