31 Aralık 2013 Salı

SİNEYE ÇEKİLEN FİLMLER - 1 -

KARA GÖZLÜ ÇİNGENEM


Künye
Film                        :   Korkoro
Yapım                     :   Fransa, 2009
Senaryo                  :   Tony Gatlif
Yönetmen               :   Tony Gatlif

    Korkoro, yani "özgürlük" genel itibarı ile bakıldığında, tam olarak Tony Gatlif filmografisine yakışan bir iş. 1975 yılından bu yana onlarca filme imza atmış Tony Gatlif'in konu itibarı ile Çingene azınlıkları dışına çıktığı pek nadirdir zaten. Çingene bir annenin ve Cezayirli bir babanın çocuğu olan Gatlif, elinde kamerası ile kendi köklerinin peşinde koşan bir seyyah gibi... Gatlif bu köklerin peşinde koştukça hikayler birikiyor heybesinde ve bizde dünyada yaşamış en eski ve en enteresan toplumlarından biri olan çingeneler ve zengin kültürleri hakkında bir çok şey öğreniyoruz. Söz konusu çingeneler olunca akla gelen diğer bir isim Yugoslav yönetmen Emir Kusturica tabi ki. Meraklısı varsa Emir Kustrica filmografisine de göz atabilir, belki ileride başka bir yazılarda Kustrica filmlerinede göz atarız.

  Tony Gatlif filmlerini anlayabilmek elbette Çingeneleri anlayabilmekten geçer. Millet, milliyet, ırk kavramlarının popüler olduğu bir ülkede hangisi ırktır, hangisi değildir tartışmalarının ortasında bir Çingeneler ekisikti diyebilirsiniz. Irklarının kökeni hakkında bir çok teori mevcut, bir çok farklı bölgede, bir çok farklı isimle anılıyorlar. Bu işle, etnologlar varsın uğraşsın, meseleyi çözünce bize de bir haber etsinler bi zahmet. Biz kendi işimize bakalım. Çingeneler hakkında güçlü bir şekilde üzerinde somut olarak uzlaşılan birkaç nokta var. Bunlar Çingenelerin etnik karakterlerini teşkil ediyor. Bunlardan ilki ve en önemlisi göçebe olmaları. Bu yüzdendir ki Hindistan'dan, Avrupa'nın kuzeyine kadar Çingene topluluklara rastlamak mümkün. Film de çingenelerin bu karakteri üzerine kurulu zaten. Çingenler yerleşik hayata geçerlerse asimile olacaklarına inanıyorlar, tıpkı filmde Taloche ve ailesinin inandığı gibi...Üstelik tarih boyunca hem Anadoluda, hem Avrupada onları haklı çıkaran bir sürü örnek var. Onların kültürlerini yaşayabilmeleri, geleneklerini devam ettirebilmeleri için göçebe olmaları gerekiyor. Çünkü tamir etmek, derme çatma çözümler üretmek onların karakterleri haline gelmiş. O yüzden yeni bir şey inşa etmektense göç ettikleri yerlerde buldukları şeyleri onarıyorlar. O yüzden hurdalar alıyorlar. Çok çalışmak zengin olmak gibi hırslara sahip değiller, eğlenmesini biliyorlar. O yüzden el işleri yapıp, satmak yetiyor onlara. O yüzden her gittikleri yere götürdükleri müzikleri var, küçük yaştan itibaren bir enstürmanda ustalaşıyorlar. Para onlar için yalnızca daha güzel eğlenebilme adına bir araç. Çalışmak onlar için bir zorunluluk değil. Ancak eğlence düzenleyebilecek para bulamadıkları zaman çalışıyorlar. Bu durum bizim gibi bir sisteme adapte olmuş, hırsları olan, televizyonda gördüğü rezidansları arzulayan, havuzlu villalar düşleyen, çocuk yaştan itibaren aktör ya da rock yıldızı olacağı hayalini kurmaya mecbur kılınan insanların kolay kolay anlayabileceği bir şey değil. Standart bir biçimde doğuştan okul, askerlik, iş, evlilik, ailesine iyi bir gelecek kurmakla yükümlü insanlar için fazlasıyla karmaşık. Bu yüzdendir hep çingeneleri hor görmüşlüğümüz, onlara kötü lakaplar isimler takmışlığımız, hazımsızlığımız. Onların böyle yükümlülükleri, arzuları, hırsları yok. O yüzden onlar fal bakıyor, biz fal baktırıyoruz. Çünkü arzularımız, hırslarımız var. Sanıldığının aksine hayallerimiz değil, yerine getirmekle yükümlü olduğumuz sorumluluklarımız var. Aslında bunların gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini öğrenmek istiyoruz falcılardan. Onların her gittikleri yerde yeni bir hikaye, yeni bir şarkıya dönüşüyor. Her gittikleri yer yeni bir pazar onlar için. Yeni hurdalar bulabilmek için bir fırsat. Böylece yeni bir şeyler tamir etmeyi öğreniyorlar. Bu yaşam onların özgürlüğü.Göçebe oldukları için ödemek zorunda oldukları taksitleri yok, üniversite haçlarını ödemek zorunda oldukları çocukarı, yeni çamaşır makinalarının borçları yok. İşte bu yüzden bir çingenenin yerleşik hayata geçmesi demek onların yok olması anlamına geliyor.

Filmimize dönecek olursak Fransa'da dolaşan bir çingene ailesinin ve onların yaşantısı üzerine kurulu. /Spoiler/ Bu aile her yıl belli dönemde çalışmak için uğradıkları bir köye gelirler. Bu sırada patlak vermek üzere olan ikinci dünya savaşının bir etkisi olarak Fransa hükümeti sınırları içerisinde bulunan herkesi kontrol altında tutumak ister. Bu yüzden göçebeliği yasaklayan bir yasa ilan edilir. Bu yasanın bir sonucu olarak yerleşik hayata geçmemiş olan belli bir adres beyan edemeyen tüm çingeneler kamplarda toplanır. O güne kadar mülkiyet edinme fikrini bile taşımayan Taloche ve ailesi de dolayısı ile kampa götürülür. Aile ile yakın ilişkisi bulunan köyün doktoru ve öğretmeni bu duruma dayanamaz. Aileye babalarından kalma evleri ve araziyi bağışlar. Bu sayede belli bir mülke ve adrese sahip olan çingene ailesinin kamptan çıkıp artık sahibi oldukları evlerine dönmelerine izin verilir. Ancak mesele bir kampın kötü şartları ya da geniş arazisi olan çiftliklerde rahat bir yaşantı sürmek değildir. Çingeneler için göçebelik dışındaki her hangi bir yaşam tarzı zaten tutsaklıktır. /Spoiler/  Çingenler için su, borularda tutsak edilemez, musluklarla kontrol altına alınamaz, özgürdür. Toprak çitlerle, sınırlarla, duvarlarla çevrilemez. özgürdür. Bu yüzden göçebedir Çingeneler.


Replik-i Ala: "Buradan ayrıldığımız ve kimsenin nerede olduğumuzu bilmediği zaman özgürüz"   

*SatürnSakini

25 Aralık 2013 Çarşamba

UCUZ BİR HOLLYWOOD FİLMİ...

Gözlerim sıkıca kapalı. Beyaz bir ışığın parıltısında bulanık görüntüler beliriyor zihnimde. Boğuk gürültüler duyuyorum, anlaşılmayan tezahuratlar arasında.Beynimin içinde bir ses ondan geriye saymaya başlıyor,  görüntüler netleşiyor.

-    ON...!
Henüz 13 yaşındayım. Okul müdürü M.r Tyson'ın odasındayız. Bir kaç adım ötede üst sınıftan üç çocuk var. Yüzleri kan içinde. Piskolojik danışman Bayan Blau çocukların yüzüne acıyarak bakarken, Müdür Tyson'ın kalın sesiyle irkiliyorum.Sinirden ağzı köpürerek konuşuyor:

-Bana bak evlat! Burası saygın bir okul ve burada o lanet olası sorunlarını kendi ilkel yöntemlerinle çözemezsin. Bir daha aynı şeyle karşıma çıkarsan, senin o lanet k.çına uzaklaştırma vermekten büyük bir zevk duyacağım. Şimdi hepiniz dışarı!

Kapıya doğru ilerlerken Bayan Blau ve M.r Tyson'ın aralarında cılız bir sesle konuştuklarını duyuyorum.Bayan Blau soruyor:

-Üçünü tek başına mı dövmüş?
-Evet. Lanet olasıca,vahşi bir gergedan kadar güçlü

-DOKUZ...!
Manhattan'ın ara sokaklarıdan birindeyiz. Fonda 50 Cent'ten İf i can't çalıyor. Çete lideri Jeremy'le tartışıyoruz. Jeremy bana beyaz kolej çocuklarından haraç almakta haklı olduğumuzu ispatlamaya çalışıyor.

-Hey adamım senin sorunun ne ha? Bu lanet beyazlar, senin o lanet olası atalarının köle olarak çalıştıkları maden ocakları sayesinde zengin oldular ve onların zengin beyaz ataları o parayla, kahrolasıca beyaz çocuklarının, lanet beyaz k.çlarını lüks kolejlere gönderdiler ve onlarda kendi çocuklarını... Bi de şu kendi haline bak Mike. Senin o hunga munga kabilesinden gelen lanet köle ataların, kahrolasıca siyah annene hiç bişey bırakamadı ve bu yüzden o lanet kolejde değilsin!
-Haklısın galiba Jeremy. Peki ne yapmalıyız?
-Evet dostum biliyordum. Bak tam işte şurada! yolun karşısına geçmeye çalışan aptal beyazı çocuğu gördün mü...? Git ve tüm doğu yakasının konuştuğu lanet siyah yumruklarınla o aptalın suratını vişneli turtaya çevir.

Evet henüz 16 yaşımdaydım ve girdiğim birkaç kavgadan sonra tüm doğu yakası çeteleri adımı duymuştu.


SEKİZ...!
Herkes siyah takım elbiselerini giymişti. Hepimiz geçen akşam ki çatışmada vurulan Jeremy'e karşı son vazifemizi yapmak için ordaydık. Rahip tüm iyi dileklerini sunduktan sonra 23.caddedeki metro istasyonundan getirdiğimiz sokak müzisyenleri onun son istediği üzerine en sevdiği Frank Sinatra şarkısını çalmaya başladı. Hep birlikte şarkıyı mırıldanıyorduk. Henüz 19. doğum günüme bir hafta vardı.

YEDİ...!
Lanet olası Curtis'e inanmamalıydım. Lanet olası Curtis'e ve onun lanet planına...Onun kuş kadar beyniyle bu soygunu planlanması imkansızdı zaten. Ben üzerime düşeni fazlasıyla yapmıştım, o lanet güvenlik görevlisini çok fena benzetmiştim. Daha elini tabancasına götürmeden, yumruklarımla lanet kafatasıni bir oyun hamuruna çevirmiştim. Ancak Curtis'in aptal planı yüzünden yüzünden 20. yaş günümü ve hatta sonraki birkaç yaş günümü daha, kahrolasıca Virginia Eyalet Hapisanesindeki yeni dostlarımla kutlamak zorunda kalacaktım. Curtiiissss! Seni adi herif! Buradan çıktığımda çoktan ölmüş olmayı dileyeceksin lanet olasıca.

ALTI...!
Gözlerimi açtığımda Lucas'ın alnının ortasından sol kaşına kadar uzanan yarasıyla, lanet meksikalı suratını görüyordum. Beni uyandırmaya çalışıyordu. Lucas; Jeremy'nin eskiden iş yaptığı bir beyazdı ve Virginia eyalet hapisanesindenki ilk günlerimden itibaren beni hep kollamıştı. Öğle yemeğine henüz bi saat vardı. Burada basketbol oynamak, spor salonunda çalışmak ve herkes gibi kadın dergileri okumak dışında fazla seçeneğim olmadığından vaktimin çoğunu Curtis adını verdiğim kum torbasını pataklayarak geçiriyordum. Ancak aşağı indiğimde adi bir beyaz benim torbamda çalışıyordu.

-Hey ahbap o benim kum torbam
-Burada herşey ilk gelene aittir dostum
-Bu gün daha sıkı bi kum torbasıyla antreman yapmak eğlenceli olacak
-oooouch!! seni lanet zenci...!burnum, burnumu kırdın.

BEŞ...!
Artık daha büyük kavgalara karışıyordum. Gardiyanlar bile kavgalarımda bahse giriyorlardı. Hatta geçen akşam, yemekhanede Minik Joe'yu pataklamıştım. Ona Minik Joe diyorlardı. Fakat o hayatımda gördüğüm en iri adamdı. ve eminim; evinde her pazar gecesi amerikan güreşi izleyen adamlar dahi, bu kadar steroidi bir arada görmemişti. Öyle ki; o akşam hapisanedeki son beş yılında kimsye yenilmeyen bu adamın kırık burnu, Müdür Bob ve Gardiyan Şefi Arthur'a 150 dolar kaybetmişti.

DÖRT...!
Gece yarısı ranzamda uzanmış hapisanedeki hayatımı düşünüyordum. 23 yaşını henüz doldurmuştum ve burada karşı koyulmaz bir şöhrete sahiptim. Hapishanedekiler bana "noisefucker" adını takmışlardı. Ancak Lucas ve Baş Gardiyan Arthur dışında hiç hayranım yoktu. Çünkü buradaki tüm mahkumlarda tek şey hissettiriyordum: "korku..." Hücrenin yaşlı kapısı yavaşça açıldı gelen Arthurdu.
-Hadi Mike maçın var
-Arthur, lanet hapisanede benimle kavga edecek kimse kalmadığını sanıyodum
-Bir çaylak, bugün geldi.Üniversitedeyken boks takımındaymış.
-Neye karşılık?
-O iri kıyım Almanı pataklaman sana spor salonunda fazladan bir saat, bana 100 papel kazandıracak evlat. Ama emin ol seninle birlikte dışarda çok daha fazlasını kazanacağız...

ÜÇ...!
Gardiyanlar kapıya kadar eşlik ettiler. Kaslarım, beş yıl önce hapisane müdürlüğüne emanet ettiğim kıyafetlerime sığmıyordu. Sanırım spor salonunda çokca vakit geçirme imkanım olmuştu. Gidecek hiçbir yerim yoktu. Söylediği gibi Arthur'u bulmak için şehre indim. Beni Steffani Babbit adında eski eyalet şampiyonu bir boksörle tanıştırmak üzere, bir spor salonuna götürdü. Burda herkes ona yaşlı Steff diyordu. Şimdilerde amatörler için antrönörlük yapıyormuş. Önce beni denemek için salondaki bir gençle maç yapmamı istedi. Birkaç saniye içinde o aşağılık herifi yere serdiğimde Yaşlı Steff gülümsüyordu. Bana spor salonunda bir oda verdi. Üstelik küçük bir televizyonum bile vardı. İlk gecemde İhtiyar Steff'in dolabındaki bir film izlerken uyuyakalıyordum. Kulağımda filmin müziği hala çalıyor..."Eye of the tiger"..acı yok Rocky acı yok...

İKİ diyor kulağımdaki ses ve ben her geri sayımda sesin daha da şiddetlendiğini daha da yakından geldiğini farkediyorum.

Yaşlı Steff tam bir alkolik ama antreman saatleri dışında bana çok iyi davranıyor. Bir yandan egzersiz yaparken,bir yandan aksi bunağı ikna etmeye çalışıyorum.
- Yapma ama Steff...!Maç başı %50 çok fazla.%20'de eski dostum Arthur alıyor. Bana sadece %30 kalıyor ve bununla yeni eldivenler, eşofmanlar almak zorundayım. Üstelik bir de sana kira ödüyorum.
-Kapa o lanet çeneni Mike. Bir boksör için bu kadar matematik fazla. Bir boksör ondan geriye saymasını ve gardını yukarda tumasını bilirse yeter.(Alnımdan aşağı birşey süzülüyor ıslak ve sıcak.)

BİR...!
Kalabalık bir ringin tam ortasındayım. Çok sıkı bir rakip var karşımda. Üst üste iniyor yumruklar. Salonda yoğun bir uğultu var. Yaşlı Steff'in sesini zor duyuyorum.
Küfürler yağdırıyor:
-Mike...! Seni gerizekalı. Lanet olasıca gardını yukarı kaldır.
Ve tüm hayatımın gözlerimin önünden geçmesine sebep olan o sol direk.. görüntü bulanıklaşıyor.
Steff bu lanet hakemler ondan geriye çok iyi sayıyorlar diye mırıldanıyorum.

Oysa kafamın içinde ondan geriye sayan ses keskin bir kararlılıkla bağırıyor. Birden her şey kararıyor...

KNOCK OUT!

*SatürnSakini

15 Aralık 2013 Pazar

FOTOĞRAF ÇEKMELERE DOYAMADINIZ


     Kar yağınca yırtık ayakkabılarından çorapları da ıslanır eve dönüş yolunda yürümek zorunda kalanların ya da tercih yapılır dolmuş parasıyla, evladının okul harçlığı arasında. Biliyorum siz de üşüyorsunuz ama instagramlarınız çok güzel.

*SatürnSakini
 

3 Ağustos 2013 Cumartesi

HUZURSUZ ANTOLOJİSİ-3

                                                                                          Saturday Night and Sunday Morning filminden bir sahne/Albert Finney

Ben yine buralardayım, siz buradasınız, ötekiler burada.
Ötekiler...
Çorap, kitap, nişan yüzüğü gözlük kullananlar
Sevimli, kafası iyi çalışan insanlar
Benim açlığıımla beslenen,
Hava durumuna göre din değiştren
Boş zamanlarında acı çekenler...
Çoğalan
Çoğala çoğala tükenenler

Yedekte beklettiğin duygular; İşte, korkun.
Hayırsever biriyim, bundan da korkun
Batıda yoksul, doğuda varsıl, turnuvalarda sonuncuyum
Adam olmaya doğuştan yeteneksiz,
İçimiz konusunda ciddiyim

Sadece kederlere yardım ederim
Bir güzelleşme fırsatı yakalarsanız, değerlendiririm
Görüyorsunuz, ikiparalık iyi niyetimle,
elimden ne gelirse...
Çünkü buralardayım, yanı başınızda.
Hayvanlık ağlıyor, biliyorsunuz.
Ötekiler ağlıyor.
Ama bana inanmayın rol yapıyorum.
Ekmek yiyorum, "nasılsın" lara teşekkür ediyorum.
Bebelere tütün içmesini öğretiyorum.

Tüm bunlar bir yana,
Aslında iyi bir iş arıyorum.

                                                                                                                  *Osman Konuk/Şiir Savaşlarım


30 Mayıs 2013 Perşembe

BUGÜN SANA BİR MÜTEAHHİTİN GÖZÜYLE BAKTIM İSTANBUL

  

 " kim olduğunu bilmiyorum ama, sırtını devlete dayayanların en güzelisin be abi..."


     O yıllara yetişememiş talihsiz neslin bir temsilcisi olarak 70'lere, mizahın kaliteli olduğu yıllara ait bir film geliyor aklıma, daha doğrusu bir sahne; "Köyden indim şehire" ya da "Salak Milyoner" olması lazım, emin değilim. Anadolu'nun bir köyünden define aramak için İstanbul'a gelen dört kardeşin hikayesi(Metin Akpınar, Zeki Alasya, Halit Akçatepe, Kemal Sunal). Ellerinde kazma kürek hem büyük şehire adapte olmaya çalışıyorlar, hem de taşı toprağı altın bu şehirden nasiplerini almak istiyorlar. Koşuşturmacaydı, kalacak yerdi derken bir haritanın peşinde oradan oraya sürüklenip duruyorlar. Ellerinde şimdiki navigasyon cihazlarından daha merhametsiz tabi harita, tek yönlü yolun ortasında sağa dönün diyor garibanlara. Hal böyleyken daha ilk kazmayı vurur vurmaz soluğu karakolda alıyorlar, Hulusi babanın huzurunda... Meğerse saymışlar, saymışlar bakmışlar koca İstanbul'da hiç ağaç yok, bir iki ağaç dikelim diye kazmışlar yolu. Hulusi komser babacan, merhametli, halden anlıyor.Emeklisine bir iki sene var ya da yok, bugüne kadar kimseye bir cop vurmamış, biber gazı sıktırmamış. Öyle bir hali var..."Ehh be oğlum öyle izinsiz ruhsatsız kazılır mı yolun ortası" diyor...Tüm babacanlığıyla bir iki nasihat edip, gönderiyor. Gülüyoruz dört kafadara, gülüyoruz hallerine...70lerin İstanbul'unda ağaç dikmek için bile olsa izinsiz-ruhsatsız kazı yapılmayacağından bi haber oluşlarına gülüyoruz, cahilliklerine gülüyoruz.

    Aradan 40 yıl geçmiş, Taşı toprağı altın İstanbul'da arsa fiyatları filan uçmuş gitmiş,1 metrekaresi altından pahalı olmuş toprağın. Ellerinde define haritası yerine Avm projeleri alan define avcılarının gözünü altın bürümüş, kazma kürek yetmemiş iş makinalarıyla dalmışlar toprağa."Ehh be oğlum öyle izinsiz ruhsatsız kazılır mı yolun ortası" demesi gereken Hulusi komserler, "Ehh be oğlum öyle izinsiz ruhsatsız kazılır mı yolun ortası" diyen insanları alıyor içeri, hem de öyle bir iki nasihat etmek için değil...

Gülüyoruz define avcılarına, gülüyoruz hallerine, daha çok gülüyoruz bu defa. Üzerinden 40 yıl geçmesine rağmen hala yerinde sayan, cahilliklerine gülüyoruz,

 Saymaya üşeniyoruz. Oysa gerçekten "saysak, saysak, saysak... baksak ki goca istanbul'da heç ağaç yok..."


*SatürnSakini

16 Mart 2013 Cumartesi

SATÜRN RADYOSU ŞARKILARI-5


Sene 1957 falan, muhtemelen dünyanın şimdikinden daha güzel olduğu yıllar...
Biraz karışık olaylar olmuş ama en azından insanlar umursuyormuş...
E haliylie şarkılar filan da güzelmiş o zamanlar.

Jimmie Rodgers söylüyor: Kisses Sweeter than Wine
Çalsın


Daha önce kimse tarafından öpülmemiş genç bir adamken,
Hayatta ne kadar çok şey kaçırdığımı düşündüm
Sonra bir kıza aşık oldum ve onu öptüm
Sonra...aman tanrım, onu bir daha öptüm

Çünkü onun öpüşü şaraptan daha güzeldi
Çünkü onun öpüşü mmm,mmmm şaraptan daha güzeldi
daha güzel

Sonra ona benimle evlenip, benim güzel karım olur mu diye sordum
Hayatımızın geri kalanında ne kadar mutlu yaşayabileceğimizden bahsettim
Ona yalvardım ve tüm doğallığımla minnet ettim.
Sonra... aman tanrım! bi baktım bana elini uzatmış..

O ve ben güzel bir hayatımızın olması için,
El ele, her ikimiz de çok çalıştık.
Mısır tarlamız ve ambarda buğdayımız oldu
Ve sonra... hoop, aman tanrım! ikiz babası olmuşum

Sonra bi baktım çocuklar 4 olmuş..
Hepsi altın kalpli çocuklar, hep beraberdik.
Sonra onlar da evlendiler ve durmadılar
Hooop,bi baktım aman tanrım! 8 torunun dedesi olmuşum.

Şimdi yaşlandım ve gitmeye hazırım.
Uzun zaman önce olanları düşündüm de;
bir sürü çocuk ve, bir sürü acının ortasındaydım
Fakat sonra,..tanrım düşündüm de, yine olsa yine yaparım

Çünkü onun öpüşü şaraptan daha güzeldi
Onun öpüşü, mmmm, öpüşü.. şaraptan daha güzeldi...




5 Mart 2013 Salı

MUTSUZ PALYAÇOLAR SENDİKASI-2




PALYAÇO( Turgut Uyar'a ait olmayan bir şiir)

i.

kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde
kaç kilo çekerdi yalnızlık
kaç kere ezildim altında
yaz yağmurlarının

belki de palyaçolar ağlardı pazartesi sabahları
her sirk geldiğinde ağlamaklı olurduk
hep ağlamaklı olurduk gülünecek halimize

kim sevmezdi çiçekleri filan
"ben sevmezdim" dedim, "yalan" dedi

bunu palyaço söyledi,
palyaço söyledi ben yazdım
yazdım, yazmasam ağlayacaktım

herkes ağlarmış biraz, ben de ağladım
sırf bu yüzden mi ağladım
alçaklık gibi bir şey oldu bu biraz

biraz birazdım her şeyden
dün biraz sinirlenmiştim mesela
yarın bir kadını seveceğim biraz
biraz biraz kör oldum bugünlerde

ama rakı kadehlerini boşaltmayın
eksilmesin hiçbir şey
hiçbir şeyden dahi olsa
kalsın biraz

ii.

umursamıyorum yılgınlığımı filan
çünkü sessizce yaşanmalı her şey
bir devrim sesszce olmalı mesela
ve her sözcüğüne inanmalı bir palyaçonun

bir palyaço neden yalan söylesin ki
ben palyaço olsaydım söylemezdim
marangoz olsaydım da söylemezdim
ben insan olsaydım yalan söylemezdim!

hem nereden çıkardınız palyaçonun yalnızlığını
kaç kilo çeker ki bir palyaço
hem neden yüzüme vuruyorsunuz
bir çirkin ördek yavrusu olduğumu

gocunmam ki ben, ben gocunmam
bir palyaço ne kadar gocunmazsa
o kadar, o kadar gocunmam işte

rakı doldurun! eksilmesin

iii.

bitmedi, yazacağım daha
yazmazsam ağlayacağım çünkü
alçakça olacak biraz

hem biz o zaman kimdik ki, nerelere giderdik
her sokakta biraz daha eksilirdik
bilirdim, geceleri puslu puslu olurdu bazen
bazen birisi fısıldarmış gibi olurdu
"duyamadım", derdim, "tekrar et!"
sessizliğe bürünürdü o vakit her şey
sokaklar daha bir puslu
palyaçolar daha bir ağlamaklı olurdu
ve ben daha bir alçak olurdum
ağlardım biraz

hem sen kimsin, çekiştirme diyorum
hatta kuyruğuma basma diyorum
acıyor, tırmalarım,-
diyorum

kahrol, kahrol!
diyorum

iv.

geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosunda
korktum birden, kusacak gibi oldum
"olur öyle" dedi palyaço,
"herkes alçaktır biraz"
"otur ulan!" dedim, bağırdım ona
ben bazen bağırırım biraz

"rakı doldur!" dedim, "eksilmesin!"
ben bazen eksilirim biraz
aslında hepimiz eksilirmişiz biraz
bunu sonradan öğrendim

ben aslında her şeyi sonradan öğrendim
herkes herkesi sonradan öğrenirmiş
bunu da sonradan öğrendim

örneğin;

geçen gün bir kadınla seviştim
biraz değil çok seviştim

ya işte öyle palyaço
diyorum ki,
bunu da yeni öğrendim
sevişmek de eksilmekmiş biraz

v.

kim sevmezdi ki kuş ötüşlerini filan
"ben sevmezdim" dedim, "yalan"
dedi
bunu palyaço söyledi
palyaço söyledi, ben yazdım
yazmasam, alçak olacaktım
hem ben roman da yazdım biraz

bazen diyorum ki, palyaço,
sen olmasan ben ne yaparım
alçakça eksilirim belki biraz
her yağmur yağışında yerin dibine girerim
hiçbir kadının kasıklarını öpemem belki
ya da unuturum sonradan öğrendiklerimi

biraz biraz anlıyorum ki,
yüzler eller, o terli vücutlar filan
her şey plastikmiş biraz

vi.

haydi sirtaki yapalım palyaço
rakı doldur, yine eksildik biraz..


*İnternet denen çöplükte bir çok kaynak şiirin Turgut Uyar'a ait olduğunu söyler...Öyle olmadığını yalnız Palyaçolar bilir.

27 Şubat 2013 Çarşamba

HER ŞEYİNİ YAĞMALAYIN DA , BOHEMLİĞİNE DOKUNMAYIN





  Uykusuzdum ve aklımın içinde yalnızca dağınık bir yatak vardı. Tam pencerenin yanında özensizce çıkarılmış bir çift çorabın yanında öylece duran dağınık bir yatak. Biliyorum ilk bakışta bir terslik varmış gibi geliyor insana. Ama garipsememeli insan, sadece özensiz çıkarılmış çoraplar, dağınık yatakların yanında durmaz. Dağınık yataklar da özensiz çıkarılmış çorapların yanında durabilir. Hatta çalışma masası, bir dolap, kitaplık ve hatta bütün bir oda özensiz çıkarılmış bir çift çorabın etrafında duruyor olabilir. özensiz çıkarılmış bir çift çorap her şeyin merkezi olabilir isterse... olabilmeli...Hatta dünya bütünüyle o çorapların etrafına inşa edilmiş olabilir. Sizin bildiğiniz bir çok şeyden önce kainatta o çoraplar vardı belki. Garipsememeli insan bunu..bazen sizin önemsiz görebileceğiz, anlamlandıramayacağınız şeyler başkalarının hayatının merkezinde olabilir. Çekip almamalı onları oradan, iç içe koyup çekmeceye kaldırmamalı...Böyle yaparsanız eğer, hayatlarının merkezinde özensiz çıkarılmış bir çift çorapla yaşayan bir kaç insanı fena halde incitebilirsiniz. Bir sigara izmaritinin küllükte kaldığı gibi öylece kalırlar bir boşlukta.

 Özensiz çıkarılmış çoraplar, eskimeye yüz tutmuş şapkalar, alışkanlıklar ve hatta bazı hatalar, pişmanlıklar...
Yargılamamalı insan bunları, anlamlandırmaya çalışmamalı, ait olduğu insanın yüklediği anlamları ile kabullenmeli. Bunları(bazen odanın ortasına özensizce çıkarılmış bir çift çorap bile olabilir), o insanların hayatlarının merkezinden  çektiğinizde uyanırlar. Uykusuz insanlar kitaplar saçarlar ortalığa. ve kitaplar saçılmışsa ortalığa, her şey için çok geç kalınmıştır artık...Altı kalın kalın çizilmiş tutunamayan insanların, özensiz çıkarılmış çoraplarıyla ağzına kadar doluysa bütün odalar, yer kalmamıştır artık uykusuzlara...


"beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen, boşuna yorma'
derdi 'boş yere mağaramdan çıkarma beni, alışkanlıklarımı özellikle
 yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna tedirgin etme beni. Bu
 sefer geride bir şey bırakmadım, tasımı tarağımı topladım geldim.
 Neyim var neyim yoksa ortaya döktüm, beni bırakırsan sudan çıkmış
 balığa dönerim. Bir kere çavuş olduktan sonra bir daha amelelik
 yapamayan zavallı köylüye dönerim. Beni uyandırma.."   Oğuz Atay/Tutunamayanlar...


Charles Aznavour- La Bohéme
dinlesek



yirmi yaşın altındakilerin bilemeyeceği
zamanlardan söz ediyorum size.
o vakitler montmartre; leylaklarını,
pencerelerimizin altına kadar asardı.
bize yuva olan fakirhanemiz
beş para etmese de
tanıştığımız yerdi orası.
ben açlıktan bağırırken,
sen çıplak poz veriyordun.

bohem, bohem
mutluyuz demekti

bohem, bohem
ancak iki günde bir yemekti.

komşu kafelerde,
şöhreti bekleyen birkaç kişiydik
kazınan bir mide ve sefaletimize rağmen
inancımızı yitirmiyorduk.

ve bazı bistrolarda
sıcak yemek karşılığında
bir tuval alıyor,
sobanın etrafında toplanıp
dizeler döktürüyorduk.

bohem, bohem.
"güzelsin" demekti
bohem bohem.
deha hepimizdeydi.

çok zaman şövalemin önünde
bir göğüs çizgisinin
bir kalça kıvrımının
desenlerini düzelterek
beyaz geceler geçirirdim.
ancak sabah olunca,
birer kafe-krem alıp otururduk:
tükenmiş ama hoşnut,
birbirimizi sevmeli,
yaşamı sevmeliydik:
bohem, bohem
yaş yirmi demekti
bohem bohem
hepimiz o zamanın havasına girmiştik.

günlerden bir gün tesadüfen;
eski adresime yolum düştü.
gençliğimi görmüş duvarları, yolları
hiçbirini çıkaramadım.

bir merdiven üstünden,
artık eser kalmamış atölyeyi aradım.
yeni dekoruyla üzgün gibi geldi montmartre
ve leylaklar ölmüş.

Bohem, Bohem
gençtik, çılgındık.
Bohem, Bohem
hiçbir şey ifade etmiyor artık


Fotoğraftaki Çift: Johnny Hallyday& Sylvie Vartan

*SatürnSakini

19 Ocak 2013 Cumartesi

SANA AT YAZILARI: Bir Şarkı, Bir Belgesel. Vicdan ve Serbest Piyasaya Dair.

16 Tons, aslen Merle Travis 'e ait 40'lı yıllarda yazılmış bir madenci şarkısı.

Ümit Kıvanç'a ait maden işçilerine dair bir belgesel sayesinde keşfettim.

Babası da madenci olan Merle abimiz 40'lı yıllarda böyle madenci deyişlerinden filan bi şarkı yapmışsa da o yıllarda pek tutmamış. Daha sonra 1950'nin ortalarında Amerikalıların pek sevdiği bir ağabey olan Tennessee Ernie Ford  bu şarkıyı bir televizyon programında söyleyince şarkı patlamış, sonra albümüne filan koymuş bunu. Şarkı liste rekorları kırmış, onlarca coverı yapılmış, bir çok isim tarafından seslendirilmiş, kral tv'de filan çıkmış baya piyasa olmuş anlayacağınız.

   Merle Travis abi daha küçüken, babasının madende çalıştığı yıllarda maden işçilerine yükledikleri kömüre göre ödeme yapılırmış. İşçilerin şirketler tarafından madenlere yakın yerlerde kurulmuş yerleşim alanlarında, insani koşullardan uzak, madeni çıkaran şirketler tarafından tahsis edilmiş konutlarda verdiği yaşam mücadelelerini anlatıyor şarkı. Durum o kadar kötüymüş ki, şirketler bu işçilere para dahi ödemez, alış-veriş için bu yerleşim yerlerinde, yalnızca yine bu şirketlerin açtıkları marketlerde geçen markalar verirlermiş. işçiyi daha fazla çalıştırmaya odaklanmış firmalar kendi marketlerinde fahiş fiyatlandırmalar yapar, böylece işçileri sürekli olarak bu marketlere borçlu tutarlarmış. Tabi onurlu işçiler de borçlarını ödemek için sürekli kendilerini daha fazla çalışmak zorunda hissederlermiş. Sanıyorum şarkıda bahsedilen "company store"-"şirket marketi" bu şekilde ortaya çıkmış bir kavram.

Tabi günümüzde buna serbest piyasa ekonomisi diyenler de var.

Tennessee Ernie Ford başta Ereğli havzası olmak üzere yurdumun 4 köşesindeki bütün madenci abilerimiz için söylüyor.

Bazı insanlar der ki, insan çamurdan yapılmıştır. 
Oysa zavallı adamcağız, kas ve kandan yapılmıştır. 
Kas, kan, deri ve kemikler... 
Zayıf bir zihin ve kuvvetli bir sırt... 

Onaltı ton yüklersin, eline ne geçer? 
Daha da yaşlanıp, daha da borca batarsın. 
Aziz peter, ben ölemem bile 
Çünkü ruhum şirketin marketinde rehin 

Güneşin ışıldamadığı bir sabah doğdum 
Küreğimi alıp madene doğru yürüdüm 
9 numara kömürden onaltı ton yükledim 
ve patron da dedi ki "vay be" 

Onaltı ton yüklersin, eline ne geçer 
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın 
Aziz peter, ben ölemem bile 
Çünkü ruhum şirketin marketinde rehin 

Bir sabah doğmuştum, hafif yağmur yağıyordu 
Dövüşmek ve bela benim göbek adım. 
Bambu çalılığında bir anne aslan tarafından büyütüldüm 
Hiç bir cırtlak sesli kadın, beni hizaya sokamaz 

Onaltı ton yüklersin, eline ne geçer. 
Daha da yaşlanıp, daha da borca batarsın 
Aziz peter, ben ölemem bile 
Çünkü ruhum şirketin marketinde rehin 

Eğer beni karşıdan gelirken görürsen kenara çekil 
Bir çok adam çekilmedi, bir çok adam öldü 
Bir yumruğum demirden, öbürü çelikten 
Eğer sağdaki halledemezse, soldaki halleder 

Onaltı ton yüklersin, eline ne geçer 
Daha da yaşlanıp daha da borca batarsın 
Aziz peter, ben ölemem bile 
Çünkü ruhum şirketin marketinde rehin...


Ümit Kıvanç' a ait belgeseli şuradan izleyebilirsiniz: Vicdan ve serbest piyasaya dair bir film
Şiddetle tavsiye edilir...

*SatürnSakini

15 Ocak 2013 Salı

MUTSUZ PALYAÇOLAR SENDİKASI-1


...
    Aynaya baktı son kez, kostümünü düzeltti ve perdenin arkasından yavaşça sahnenin ortasına doğru yürüdü. Müzik başladı ve bir anda spot ışıklar aydınlattı sahnenin ortasındaki palyaçoyu. Salon kalabalıktı, büyük bir alkışla karşıladı seyirci onu. Her zamanki numaralarını bu kez farklı bir içtenlikle sergiliyordu. Salakmış gibi davranıyor, bilinçli  sakarlıklar yapıyordu. Kahkahalar salonun ahizelerini titretiyordu. Birilerinin acizliğine, zaaflarına gülmeyi alışkanlık etmiş insanlar, Fransız romanlarındaki balolardan fırlamış kontesler gibi şuh  kahkahaların atıyordu. Yalnızca çocukların gülüşleri samimiydi, yalnızca onlar içtendi. Gösterinin sonuna gelinmişti, yavaşça sahnenin ortasına yürüdü, reveransını yaptı. Salonda kıyamet gibi bir alkış koptu. Tam doğrulmak üzereydi ki, ön sırada somurtarak oturan bir çocuğa ilişti gözleri. Sahnenin kenarına kadar yürüdü,  kırmızı burnunu çıkarıp çocuğa doğru uzattı. Gülümsedi çocuk, yerinden kalktı, elini uzattı ve burunu aldı. Salondaki son kişi de bilet için verdiği paranın karşılığını almıştı. Işıklar söndü, salon boşaldı.

Karanlık, boş bir salonun ortasında, yalnız, burunsuz bir palyaço olarak öylece kalmıştı.


*SatürnSakini

11 Ocak 2013 Cuma

SATÜRN RADYOSU ŞARKILARI-4

Kesmeşeker-Eğersiz Atlar 
 
dinleyelim 
 
işte böyle herşey bitti 
                                
 arayacak yeni bir sevgilisi var şimdi telefonda
 
 şimdi sen uzakta
 
 saydam bir şehir tadında batıda yaran açıkta

                     
 eyersiz atlara binmek gibi
            
 gayet yalın gayet çıplak
                       
 kahraman olmayı bilmeli insan
                
 herkesin gözü önünde heran

                       
 ben de görmek isterdim şu zevk şehrini
                        
 yolda hep vardı manço izleri
              
 biraz cesaret perdeyi arala
                                   
 gemliğe doğru deniz var sakın şaşırma

                         
 bir savaşın orta yerinde müttefik aşıklardık
                    
 nasıl yabancılaştık böyle
                               
 buluştuk bir yuerlerde evlerde kafelerde
                                          
 sonunda bayrak açtık bak o ölümcül sessizliğe
 
 çok yazık
   
 ortada bir yanlışlık var oku bir dua macera ruhuna

 ağaçlar inanmıyor ormana böyle bir zamanda

 gücüm yoktu kaçmaya