8 Kasım 2019 Cuma

Cana'da Düğün, Bana da Düğün.


   

    Cana'da Düğün, rönesans ressamlarından Paolo Veronese'e ait bir tablo. Louvere müzesinde Mona Lisa ile karşılıklı duruyormuş. Resim İsa'nın, krallar ve kraliçelerin davetli olduğu zengin bir düğünde, şarabın bitmesi üzerine suyu şaraba dönüştürdüğü mucizeyi tasvir ediyormuş. Bense bir düğün salonu garsonu olarak, nispeten daha basit bir düğünde biraz toz içecekle suyu limonataya dönüştürürken kimsenin tasvir etmeye değer görmediği bir tablonun parçasıyım.

            Yere atılmış çerez kabukları, masalara dökülmüş meşrubatlar, memleketin katledilmiş türkülerinin, yine memleketin en berbat sesli adamları tarafından işkence mağduru gibi bağıran bir org eşliğinde söylendiği bir tablo... Yetmiyormuş gibi tüm bu gürültünün, kutu kadar salona Pink Floyd'un Wembley konserinde kullandığı kadar büyük bir ses sistemiyle verilmesi de cabası... Bu arada bir düğün salonu garsonunun Pink Floyd dinlemesinin insanlara tuhaf gelişini bir parça anlıyorum ama duvardaki başka bir tuğla olabilmek için gittiği özel okulda "The Wall" tişörtü giyenlerin neden insanları daha az rahatsız ettiğini anlamıyorum. Hem bakmayın bu halime, dışarıda benim de "The Wall" tişörtüm, taşlanmış kotlarım filan var. Ama yalnızca akşam olup, güneş batınca beni, kısa kollu beyaz gömleğim, üzerine siyah papyonumla fonda Lorke çalan bir salonda garson olarak gören insanların, bu dönüşümümden habersiz olmaları çok doğal. Dönüşüm derken, hani şu Kafka'nın Gregor Samsa'sı gibi. Zavallı Gregor, eminim ona da dönüşümü bu kadar acı vermiştir. Şaşırmayın efendim, düğün salonu garsonları da, düğün salonu garsonu olmadıkları zamanlarda Kafka okur...

            Abartılı makyajlar, bir hipnoz deneyinde rastgele hareket eden renkli noktalara benzeyen rengarenk giyinmiş kadınlar, yarısı sönmüş balonlarla yapılan süslemeler, duvarlarının bir kısmı rutubetli olan düğün salonuyla tuhaf bir şekilde görsel bir bütünlük oluşturuyor... Kötü bir yerel ressamın soyut bir resmi olsaydı bu, adı uyumsuzluğun uyumu olurdu herhalde. Tarif edilemez yapay bir atmosfer... Sadece bardaklar, çatallar değil, her şey plastik gibi, davetliler bile...Oğullarına kız beğenmeye gelmiş teyzelere kendini beğendirmek için saatlerce süslenen kızlar dahi o kapıdan girince tüm güzelliklerini kaybediyor. Cannes'da Kristen Dunst'ın giydiği kıyafetin birebir benzerini giydiğinden habersiz kız, balonlarla, fon kağıdıyla süslenmiş, ortalıkta veletlerin koşuşturduğu bir düğün salonunda, fonda o çekilmez org sesi varken ne yaparsa yapsın daha kapıdan girerken buharlaşmaktan kurtulamıyor. Hele o Adile Naşit fiziği ile, her hallerinden bir kaç sene önce aldıkları ve yalnızca düğünden düğüne giydikleri belli olan pullu parlak elbiselerine zorla sığdırılmış orta yaş üstü teyzeler, bu suni eğlencenin en neşelileri. Bir an bu teyzeleri görünce aklıma Requim For A Dream filmindeki Sara geliyor. Rüyaya Ağıt... Rüyaya Ağıt... O an boğazınıza sert bir şey oturup kalıyor, yutkunamıyorsunuz. Masada devrilmiş bir plastik bardağa saplanıp kalıyor bakışlarınız bir yerden sonra. Bardaktan süzülüp, masanın kenarından damlayan o sarı meşrubatın tek tek damlayışını izliyorsunuz. Bütün salondaki o konuşmalar, kahkahalar, gürültülü müzik tam o anda duyulmaz oluyor. Zaman yavaşlıyor ve masanın kenarından damlayan meşrubatın ritmine ayak uyduruyor sanki. Sanki yere düşen damlanın sesini duyabiliyorsunuz. Her damlada içinizde bir öfke kabarıyor. Hababam sınıfının yıl sonu eğlencesinde Ferit'in çocuğuyla salona giren okul müdürü gibi "durdurun bu rezaleti" diye haykırarak bitirmek istiyorsunuz bu berbat tiyatro oyununu, bıçak gibi kesmek istiyorsunuz tüm bu sahteliği ama olmuyor. Biri dürtüyor omzunuzun arkasından "yeğenim bizi bi çek bakalım" diyerek bir telefon uzatıyor size yerinden kalkmadan. Suratının orta yerine yumruğu indiremiyorsunuz orada. Çünkü oğullarını, kızlarını, yeğenlerini filan evlendiriyorlar. Bu onların en mutlu günü ve hepsini memnun etmek zorundasınız. Gülümseyerek bir de
"bu taraftan çekeyim" diyorsunuz. Bir bok olacağı yok ama onların fotoğrafta güzel çıkmasını istediğinizi, bunu önemsediğinizi göstermeniz gerek. Salonun tenha bir köşesinde bir hanım küçük çocuğunu, boş meşrubat şişesine işetmeye çalışıyor, tuvalette çok sıra var çünkü. O sidik kokan pis şişeyi de süpürmek zorunda kalacak olmanıza rağmen bir şey diyemezsiniz. Çünkü gidip birazdan geline çeyrek takacak bu kadının, altınını takarken keyfinin kaçmamış olması gerek. Bu görgüsüz sarhoş sürüsüne uşaklık etmek ne kadar ağır gelse de, sizi sigara almaya gönderen sığırın bile gönlünü yapmalısınız. Üstelik biraz temiz hava alabilmek için tek şansınız. Masalar ve mutfak arasında atılan on binlerce adım, ayağınıza vuran kundura, saatlerce ayakta durmaktan taş gibi kesilmiş sırt...

            Düğün bitiyor. En sona sarhoşlar kalmış. Bir ellerinde onların ceketlerini taşıyan, öbür elleriyle kollarına giren yaşça daha genç adamların omzuna, terden sırılsıklam gömlekleriyle yaslanarak salondan yavaş yavaş çıkıyorlar. Diğer yanda, tek bir org ve bir vokalden oluşan orkestra, ses sisteminin kablolarını topluyor. Ben ise yere dökülen meşrubat, çerez, patlamış balon parçaları ve yırtılmış fon kağıdından oluşan enkazı süpürürken, bir yandan Veronese'ın Cana'da Düğün tablosunda efendisine şarap sunan siyahi köleyi düşünüyorum. Acaba içinden genç çifte mutluluklar dilemiş midir?

*SatürnSakini